9 Kasım 2018 Cuma

Pencere

Haluk Bilginer ve Esra Bilgin Bezen

Freud'un bastırılan ve birikmiş duyguların sonunda patlayacağı görüşüyle yola çıkan oyun; bastırılmış, üzeri örtülmüş, konuşmaktan kaçılmış bir ilişkinin katarsisini izleyicilere yaşatıyor.

Oyun Atölyesi'nde sahnelenen Pencere'nin ana karakterlerine Haluk Bilginer ve Esra Bezen Bilgin can veriyor. İyi yazılmış diyaloglarla ilerleyen; aşk, aidiyet, mutluluk, toplumsal sorumluluk gibi konulara dokunan oyun sarkastik yanı ile sık sık kahkaha attırmayı da başarıyor.

Oyunu izlerken karakterlerden hangisinin haklı ya da haksız olduğunu düşünebilirsiniz. Metin o kadar iyi ki izleyiciyi pek çok kez kararsız bırakıyor. En iyisi haklıyı haksızı bırakıp, sonuna kadar bu güzel oyunun ve Haluk Bilginer gibi bir ustayı canlı izlemenin tadını çıkarmak.

3 Haziran 2018 Pazar

Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler

Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler, Jose Ortega y Gasset

Jose Ortega Y Gasset'in yaklaşık 100 sene evvel yazdığı bu eser, okuyanı sanat eserinin üretim aşaması ve anlamı üzerine düşünmeye sevk ediyor. Aynı zamanda sanat ile haşır neşir olmak, bir sanat eserini daha iyi kavramak ve ortaya bir şeyler koymak isteyenler için de faydalı olabilecek bir rehber.

Bilhassa kitabın ikinci kısmını oluşturan Roman Üstüne Düşünceler bölümü yoğun bir deneyim yaşatıyor. Romanın geçmişi ve geleceği, edebi eserin nasıl olması gerektiği gibi konularda yazar şahsi görüşlerini açıkça aktarmaktan sakınmıyor.

Şu kısım çok hoşuma gitti mesela: "Eğer bir romanda <Pedro huysuzdu> sözlerini okursam, bundan yazarın kendi betimlemesinden yola çıkarak beni Pedro'nun huysuzluğunu hayalimde canlandırmaya davet ettiği sonucunu çıkarırım. Demek oluyor ki, beni romancı olmaya zorluyor. Oysa bence etkili olan bunun tam tersidir: Romancı gelsin, bana öyle gözle görülür olaylar sunsun ki, ben kendim Pedro'yu keşfetmeye, onu huysuz biri olarak tanımlamaya seve seve zorlanayım..."

Üzerinden 100 seneye yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen geçerliliğini koruyan ve muhtemelen önümüzdeki yüzyılda da koruyacak olan düşünceleri var Gasset'in. Elbette bazı katılmadığım noktalar da var. Roman sanatının geleceğinin kalmadığını belirtiyor bazı yerlerde, ki bu yüzyıldır devam ettiğine göre bir geleceği varmış demek yanlış olmayacaktır.

Marcel Proust ve Dostoyevski üzerine de okumaya değer, güzel incelemeler bulunuyor kitapta. Gasset'in iki yazarın duyguları kurgulayış biçimleri üzerine yaptığı değerlendirmeler harika. Eğer Proust ve Dostoyevski seviyorsanız muhakkak o bölümler de hoşunuza gidecektir.

13 Mayıs 2018 Pazar

Aquarius

aquarius kleber mendonça filho sonia braga cannes film festival
Aquarius, Kleber Mendonça Filho
Brezilyalı yönetmen Kleber Mendonça Filho'nun 2016 senesinde Cannes Film Festivali'nin yarışma bölümünde yer alan filmi, kentsel dönüşümvari bir durumun ortasında kalan yalnız bir kadının öyküsünü anlatıyor.

Kanser tedavisi görev ve hastalığı atlatan Clara, bir sahil kasabasında yaşlılığını geçirmektedir. Öyle aman aman yaşlı değil aslında fakat çok genç de değil Clara. Her neyse. İnşaat firmasının başındaki ihtiyar ve veliahtı olan torunu Clara'yı ziyarete gelip binadaki herkesi ikna ettiklerini söyler ve artık kendisinin de uzlaşmaya razı olmasını isterler. Clara yanaşmaz. Kendince makul sebepleri vardır. Nostaljisi vardır, o paraya ihtiyacı yoktur, evin her köşesinde anıları canlanır, e sahildedir lokasyon harikadır gibi...

Bu hikaye herhalde filmi izleyen pek çok Türk'e Fikirtepe'deki evini vermeyen vatandaşı hatırlatacaktır. Çevresindeki tüm arsalar inşaat firmalarınca satın alınmışken tek başına direnen o vatandaş benim için İstanbul'un sembol hareketlerinden birine imzasını atmıştır. Clara da tıpkı o abi gibi direnir.

fikirtepe'de evini vermeyen adam

Film bu güzel, güncel, gelişmekte olan ülkelerde görülen kentin yeniden inşası problemini merkezine almış. Bu hikayeyi Clara'nın cinselliğiyle az çok zenginleştirmiş. Elinde gücü bulunduranların kabalığını, nezaketsizliğini ve hukuktan herhangi bir korkuları olmamasını eleştirmiş. Hepsi takdire şayan. Lakin filmin başka sorunları var.

Süre haddinden fazla uzun. Gereksiz sahneler var. Gereksiz uzatılmış sahneler var. Tempoda sorun var. Ani bir şey oluyor, devamında aksiyonun hızlanarak veya aynı tempoyla devam etmesini bekliyorsun ama bir anda her şey duruluyor. Kurgusunda sorunlar var. Bu sorunları olmasa herkese önerilecek bir film olurmuş fakat bu haliyle yalnızca festival izleyicisi bu filmi sevebilir.

Kadın başrol oyuncu Sonia Braga gerçekten çok iyi. Hakkını vermek lazım. Zaten pek çok yerden filmdeki rolüyle ödülü almış ve hak etmiş.

Tez Nasıl Yazılır? - Umberto Eco

Umberto Eco, Tez Nasıl Yazılır?

Umberto Eco'nun Tez Nasıl Yazılır'ı bu alanda önemli bir eksiği kapatması adına oldukça faydalı. Tezin hem teknik olarak nasıl yazılacağı konusunda yardımcı oluyor hem de içerik/çalışma planının nasıl şekillendirileceği konusunda ışık tutuyor.

İşin teknik kısmının evrenselliği konusunda emin değilim. Ülkemizde okuldan okula bile işin teknik boyutu değişiyorken, İtalyan Eco'nun verdiği teknik tavsiyeleri direkt uygulamak bizde mümkün değil. Bu sebeple kitabın son kısımlarını yani işin şematik kısmını fazla önemsemeden okudum. Okumaktan ziyade göz gezdirdim. 

Kitabın başından o teknik kısımlara kadar olan bölümü ise harika. Bir tez hocasının neye göre seçilmesi gerektiği, çalışma alanının nasıl belirlenmesi gerektiği gibi konular üzerinde oldukça yararlı bir biçimde duruyor Umberto Eco. Ayrıca cesur dili, tez yazarken yapılan şaklabanlıkları, hocaların kendilerini tanrı zannetmesini açıkça vurguluyor. Can Yayınları böylesi bir eseri dilimize kazandırdığı için teşekkürü fazlasıyla hak etmiş.

Yüksek Lisans veya Doktora tez aşamasında geçen/geçmek üzere olan herkese tavsiye ederim. Muhakkak sizlere hitap edecek bir şey bu kitapta bulunuyordur.

8 Mart 2018 Perşembe

La Pazza Gioia

paolo virzi'nin son filmi la pazza gioia valeria bruni italyan filmi
La Pazza Gioia, 2016

Paolo Virzi ile yıllar evvel Cnbc-e'nin dünya sineması kuşağında tanışmıştım. Liseye gidiyordum ve o gece herkes uyuduktan sonra kanallar arası zap yaparken karşıma çıkan Caterina Va In Citta'yı çok çok sevmiştim. Sonra bir daha izleyemedim zaten filmi. Ne herhangi bir yerde DVD falan bulabildim ne de Torrent'te vardı.

Cnbc-e vasıtasıyla tanıştığım Paolo Virzi'nin son filmi La Pazza Gioia. Başrolde yine onun filmlerinden görmeye alışık olduğumuz Valeria Bruni var. Akıl hastanesine yatırılan, çenesi bir hayli düşük, zengin bir kadını, Beatrice karakterini oynuyor. O hastaneye intihar etmeye çalıştığını bildiğimiz ve detaylarından haberdar olmadığımız başka bir kadın getiriliyor. Dövmeleri ve sert bakışlarıyla dikkat çekiyor.

Bu iki kadın bir gün topluluk halinde dışarı çıkartıldıklarında hastaneden kaçıyor ve bir dizi macera başlarından geçiyor. İki arzu öne çıkıyor: hem yeni bir başlangıç yapma hem de geçmiş ile hesaplaşma. Geçmiş ile hesaplaşma kısmı gerçekleştikçe filmin gizli noktaları açığa çıkıyor.

Paolo Virzi filmlerinden alışık olunan çok konuşan karakterler bu filmde de mevcut. Hele karakterler biraz kafayı kırmış olunca bu daha yorucu hale gelebiliyor. Fakat yine tüm Virzi filmlerinde olan duygusal nüanslar bu filmde de yer edinmiş kendine ve izleyiciye geçiyor.

İzleyince mutluluk ve hüznü bir arada veren, alışılagelmiş bir Paolo Virzi filmi. Kadın filmi olması ve kadınların uğradıkları haksızlıklara parmak basması da mühim. Film setinden kaçırılan araba sahnesi de fazlasıyla Thelma ve Louise'i hatırlattı. Hatta bilinçli bir tercih gibi duruyordu.

Bu yazıyı özellikle 8 Mart'a denk getirmedim, rastgele oldu. Bu vesile ile 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun. Haksızlıklar ve eşitsizlikler son bulsun.

6 Mart 2018 Salı

In The Fade

in the fade fatih akın diane kruger numan acar

Fatih Akın'ın son filmi Aus Dem Nichts (In The Fade)'i dün Kadıköy'de izleme fırsatı buldum. Vizyondaki son günlerinde izlediğim film; seyirciye baştan sonra ağır bir melankoli sunuyor.

Bir terör saldırısında eşini ve çocuğunu kaybeden kadının (Diane Kruger) hak - adalet arayışını, hukuk mücadelesini ve direnme gücünü stabil bir tempoda seyrediyoruz.

Özellikle terör saldırısının gerçekleşmesi ve ardından gelen birkaç sahne insana göz yaşı döktürebilecek güce sahip. Kaldı ki ben televizyonda şehit haberlerini veya şehir merkezine yapılan bombalı saldırı haberlerini izlerken bile ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. Bu yüzden bahsettiğim noktada çok yeni bir şey vermedi bana film. Akşam okuldan/işten gelip televizyonun karşısına oturan her Türk'ün hemen her gün yaşadığı sıradan bir şey gibi. (tabi bu vaziyetimizin içler acısı oluşunu da gözde kaçırmamak gerek.) Avrupalıları derinden sarsmış olabilir. Hatta belki içlerinde faşist/neo-nazi olan varsa yeniden düşünme imkanı da sunmuş olabilir.

Mahkeme sahneleri ve kadının hak mücadelesi bir hayli etkileyiciyken aynı kadının adaletin temini için büyük maceralara kalkışması biraz abartılı geldi.

Mahkeme sahnelerinde; neo-nazi teröristlerin avukatını oynayan Johannes Krisch döktürüyor. Oyunculuklar gerçekten çok başarılı ama bu adam bir başka. Daha önce Götz Spielmann'ın Revanche filminde izleyip yine çok beğendiğim oyuncu, Fatih Akın'ın filminde de öne çıkan karakterlerden olmayı başarmış.

Aus Dem Nichts, Fatih Akın filmlerinin artık klasikleşmiş diyebileceğimiz mücadele eden kadın figürü ile öne çıkan, yine daha önce yüzdüğü politik sularda yüzen ve önemli bir duruş sergileyen dokunaklı bir film. İzlemeye değer.

28 Şubat 2018 Çarşamba

Baba - Oğul İlişkisinin Önemli Yer Tuttuğu 25 Film


Eğer Fatih Akın'ın filmini de dahil edersek, listede yer alan 25 filmin 8'i Türk filmlerinden oluşuyor. Üstelik bu filmler arasında Babam ve Oğlum gibi klasikleşmiş bir film yok. Baba-oğul hikayesi dendiğinde akla gelen Godfather, Babam ve Oğlum gibi filmlere yer vermek istemedim.

Listede 2 Hirokazu Koreeda, 2 Paul Thomas Anderson ve 2 Nuri Bilge Ceylan filmi yer alıyor.

Yarısından fazlasını Avrupa veya Doğu ülkelerinin sineması oluşturuyor bu listenin ve bu da aslında Doğu'nun baba-oğul ilişkisi üzerinde daha çok durduğunu gösteriyor. Genel olarak düşündüğümde de Amerikan sineması babasından hasar görmüş evlatların intikamı veya inanılmaz yükselişi üzerinden ilerlerken Doğulular bunu bir süreç olarak ele alıyor ve direkt konunun kendisini işliyor.

1) Vozvrashchenie - Andrey Zvyagintsev
2) Nebraska - Alexander Payne
3) La Vita e Bella - Roberto Benigni
4) There Will Be Blood - Paul Thomas Anderson
5) Ladri di Biciclette - Vittorio de Sica
6) Bal - Semih Kaplanoğlu
7) After the Storm - Hirokazu Koreeda
8) Magnolia - Paul Thomas Anderson
9) Mommo Kız Kardeşim - Atalay Taşdiken
10) Mayıs Sıkıntısı - Nuri Bilge Ceylan
11) Beginners - Mike Mills
12) Beş Vakit - Reha Erdem
13) Üç Maymun - Nuri Bilge Ceylan
14) Catch Me If You Can - Steven Spielberg
15) Kynodontas - Yorgos Lanthimos
16) La Gamin Au Velo - Dardenne Kardeşler
17) Yaşamın Kıyısında - Fatih Akın
18) Boyhood - Richard Linklater
19) The Butcher Boy - Neil Jordan
20) Jodaeiye Nader az Simin - Asghar Farhadi
21) Kabadayı - Ömer Vargı
22) Tepenin Ardı - Emin Alper
23) Like Father Like Son - Hirokazu Koreeda
24) Silver Linings Playbook - David O. Russell
25) The Road - John Hillcoat

19 Şubat 2018 Pazartesi

Aile Arasında


Samimi bir şekilde gülmeyi öyle özlemişim ki anlatamam. Avrupa Yakası'nda Burhan Altıntop'a katıla katıla güldüğüm zamanlardan sonra ilk kez bir Türk yapımına (dizi-film ayırt etmeksizin) bu kadar içten güldüm.

Ne küçük şakalar, ne ince göndermeler, ne kaba saba hareketler, ne iki cümleden birine yerleştirilmiş gereksiz küfürler. Hiçbiri yok. İnce gönderme var, küfür var, belki kabaya kaçan hareket var ama hepsi gerekli olduğu kadar, dozunda var. Böyle bir film izlettiği için Gülse Birsel ve ekibe ne kadar teşekkür edilse azdır.

Ayrıca önemli bir nokta var filmde: cesur duruş. 15 senin getirisinden etkilenmemiş bir biçimde kaleminde ne varsa onu yazmış, sahneye yansıtmış Birsel. Kadın hakları, namus meselesi, eşcinsel veya trans bireyin (ne derseniz deyin) varlığının normal oluşu... Bugünlerde bu konularda sesini çıkartmak pek de kolay değil. Sırf şu cesaret için takdir edilesi bir yapım.

Evet bazı abartılar var, olmasa da olurmuş denilecek şeyler var ama kimse zaten (en azından ben) Wes Anderson ayarında bir kalite veya kusursuzluk beklemiyordu herhalde. Beni fazlasıyla tatmin etti bu film.

Oyuncular muhteşem. Erdal Özyağcılar, Demet Evgar ve diğerleri. Gülse Birsel'in kendisi hariç herkes kusursuz neredeyse. Kendisi de bu güzel filmi bize sunduğu için toleransı hak ediyor zaten. Dilerim Gülse Birsel ile Engin Günaydın daha çok film yaparlar da beyaz perdede katıla katıla seyrederiz.

31 Ocak 2018 Çarşamba

Ocak 2018 Okumaları

kemal bilbaşar denizin çağırışı
Denizin Çağırışı, Kemal Bilbaşar

Ocak ayının ilk yarısı, hemen hemen makale yazmaya ayırdığım zamanla geçti. İkinci yarısının nispeten daha rahat olduğu bu ayda çok fazla okuma yaptığımı söylemek doğru olmaz. Dört kitabı başlayıp bitirdiğim bu ayda isimler şöyle:

1) Jurnal I - Cemil Meriç
2) Koca Gringo - Carlos Fuentes
3) Vejetaryenliğin Yararları - Sadık Hidayet
4) Denizin Çağırışı - Kemal Bilbaşar

Bu kitaplardan en sevdiğim romanın dili ve yazarının düşünceleri ile Denizin Çağırışı oldu. Kemal Bilbaşar'ın cümleleri hem edebi haz verirken hem yazarın düşüncelerini yansıtmayı başarıyor.

Sadık Hidayet'in inceleme kitabı adı altında YKY'den çıkan kitabı, yalnızca Hidayet'in görüşlerine yer vermiyor. İçinde anatomistlerin ve akademisyenlerin de görüşlerinin yer aldığı kitap, vejetaryenliğin yararlarından çok et yemenin zararlarını anlatıyor demek yanlış olmayacaktır.

Koca Gringo ise okuduğum ikinci Carlos Fuentes kitabı oldu ve yine aynı hislerle bitirdim. Evvelden "Sefer" adlı romanını okuduğum Fuentes, yine ortaya yaratıcı bir fikir atıyor, roman oldukça ilgi çekici bir anlatım biçimi ile başlıyor fakat git gide tempo düşüyor ve okurun alakası da kayboluyor. Bu yüzden Koca Gringo benim romanım dediğim romanlar arasında giremedi.

Jurnal ise bir derya. Cemil Meriç'in düşünce havzasının genişliği insanı merakla içine çekerken, aydın kibirliliği de kendini belli ediyor. Ne muhafazakarları ne solcuları beğenen Meriç radikal söylemleri de eksik etmiyor. Atatürk'ten Hz. Muhammed'e kadar pek çok konuda lafını sakınmıyor. Amerika'yı yeniden keşfetmiyor fakat okunmaya değer.

23 Ocak 2018 Salı

Chasing Ice

chasin ice belgeseli documantery
Chasing Ice, 2012
25 yaşından sonra fotoğrafçılığa merak salan ve doğa fotoğrafları çekerek doğa ile olan ilişkisi günden güne gelişen James Balog, Chasing Ice'da küresel ısınma ve iklim değişikliğine dair önemli noktaları gözümüze sokuyor.

Gözümüze sokuyor dememin sebebi şu; film boyunca "küresel ısınma yalan" , "iklim değişikliği tamamen uydurma" diyen kişileri görüyoruz. Ve Balog, buna karşın ellerinde somut veriler yani görüntüler olması gerektiğini düşünerek ekibiyle birlikte bir işe atılıyor. İzlanda, Alaska, Grönland ve birkaç bölgeye daha kameralar yerleştiren ve belirli periyotlarla bu bölgelere gidip ekipmanları kontrol eden, kaydedilen görüntüleri alan ekip; şaşırtıcı ve ürkütücü sonuçlarla karşılaşıyor.

100 yılda gerçekleşen buzul erimesi artık sadece 10 senede gerçekleşiyor
ve bu hız günden güne artıyor.
Küresel ısınma ve iklim değişikliği hakkında az çok bulguları görmek isteyenler muhakkak bu güzel belgeseli izlemeli. İnsanı korkutan bir tarafı olsa da gerçeklerden kaçmak pek mümkün değil. Belgeselde iklim değişikliğine karşı alınması gereken somut ve kabul edilebilir önlemlere de biraz yer verilse sanki daha iyi olabilirmiş. Bunun dışında her şeyiyle gayet başarılı ve verilen emek takdir edilesi. Çok çok büyük bir emek var. Filmi izlerken tanık olunacak, göz alıcı manzaralar da keyif vermiyor değil.

İzlerken hayrete düşüren bir sahne; buzulların erimesiyle oluşan bir buz kanyonu

18 Ocak 2018 Perşembe

2017'de Sevdiğim ve Sevemediğim Kitaplar

Geçtiğimiz yıl içinde okuyup bende en çok etki bırakan, etki bırakmasa bile okurken büyük bir haz veren kitapları burada kısaca listeleyeceğim. Büyük ümitlerle okuyup hayal kırıklığı ile bitirdiğim hatta bitirmek istemeyip yarıda bıraktığım kitaplara da yine bu yazıda yer vereceğim. Bu yazıda beni hayal kırıklığına uğratmayan fakat yeni bir şey de vermeyen, üzerimde etkisi olmayan kitaplar yer almayacak.

Tahsin Yücel Peygamberin son beş günü
Peygamberin Son Beş Günü, Tahsin Yücel, 1992 foto: @bookogina - instagram

Öncelikle en sevdiklerimden başlayalım:

1) Tünel - Ernesto Sabato
2) Doğruyu Söylemek - Michel Foucault
3) Peygamberin Son Beş Günü - Tahsin Yücel
4) İklimler - Andre Maurois
5) Palyaço - Heinrich Böll
6) Karasevdalılar - Javier Marias
7) İnsancıklar - Dostoyevski

Tünel: Ernesto Sabato'nun Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan varoluşçu romanını anlatmak için Camus'nün Fransa'nın meşhur yayınevi Gallimard'a bu kitabın basılması için öneride bulunduğunu söylemek yeterli olacaktır sanırım.

Doğruyu Söylemek: Foucault'nun "doğru ne şekilde doğrudur?", "nerede söylendiğinde doğrunun bir önemi vardır?" gibi sorulara parrhesia ve parrhesiastes kavramları ile yanıtlar verdiği, zihin açıcı bir okuma deneyimi. Ayrıca bir yüksek lisans dersinde film analizim için de oldukça fayda sağladı bana bu kaynak.

Peygamberin Son Beş Günü: Türk roman ve öykülerinin günümüzde bir hayli birbirine benzeyen meselelerinin olduğunu ve benim görüşüme göre bir kısırlık yaşandığını düşünürsek, bu kitap bir vaha. Tahsin Yücel üstadın çevirilerinde hakim olan dilin daha yoğun halini Peygamberin Son Beş Günü'nde görmek mümkün. Mizah gücü yüksek bir roman. Kesinlikle tavsiyemdir.

İklimler: Romanı yıllar evvel Nuri Bilge'nin söyleşisinde duymuştum. İklimler filminin ismini bu kitabı çok sevdiği için koyduğunu söylemişti sanırım. Andre Maurois'i okumak için biraz geciktim. Harika bir roman. Empati kavramını hissettiğim bu kitap okuduğum en büyük aşk romanlarından biri.

Palyaço: Alman Edebiyatı'nın en mühim ve muhalif isimlerinden biri olan Böll'ün kitabı, mahalle baskısı kavramını anlamak için eşine az rastlanır bir roman. Kesinlikle okunmalı.

Karasevdalılar: Adeta bir yapboz gibi parçalara ayrılan romanda sonuna kadar ne olacağını kestirmek zor. Duygular oldukça gerçek. Haliyle insanoğlu duygularını kullanınca ne olduğunu kestirmek kolay olmuyor. Farklı hikayesi ile merak uyandıran bir roman. Javier Marias, Nobel için her zaman adı geçen bir yazar. Umarım bir gün gerçek olur.

İnsancıklar: Yazın, 7 senenin ardından Rize'ye giderken yanıma aldığım üç kitaptan biriydi İnsancıklar. Okumadığım bazı klasikleri de okumak istiyordum. Dostoyevski'nin haline acınası karakterlerini bir kez daha gördüğümüz ve bir kez daha gerçekliğine hayret ettiğimiz bir kitap. Mektuplarla örülü olan bu roman, klasik okumanın tadını fazlasıyla veriyor. 

devamı gelecek...

15 Ocak 2018 Pazartesi

I Fidanzati

i fidanzati ermanno olmi cannes 1963
I Fidanzati, 1963
Ermanno Olmi'nin Cannes'da Altın Palmiye için yarışmış olan 1963 yapımı filmi hem toplumu hem bireyi ustaca bir sadelikle anlatmayı başaran nadir eserlerden. Antonioni'nin kadrajlarından aşağı kalır hiçbir yanı olmayan Olmi, her karesi ayrı bir fotoğraf çalışması olan filmde melankolinin dozunu hiç düşürmüyor.

Yaşadığı yerden iş için bir süreliğine ayrılması gereken Giovanni'nin sevgilisi Liliana bu durumdan pek hoşnut olmuyor. Babasını da bir huzurevine bırakarak şehirden ayrılan Giovanni, durağan ve sıkıcı bir hayata yelken açıyor. Burada fabrikada çalışan insanların yaşama amacını, İtalyan taşrasının düşünce biçimini, bir insanın yalnızken nelerle meşgul olduğunu, kadın ile erkeğin yalnızlığı kavrayışının farklılıklarını görüyoruz. Yalnızken koca koca adamların bir çocuk gibi koridorlarda oyun oynayabildiği sahne özellikle çok çok hoşuma gitti. Son bölüm ise Giovanni ve Liliana'nın mektuplaşmalarına ayrılıyor.

Filmi özel kılan detaylardan biri harika planlanmış olan kurgusu. Henüz o dönem için bu karmaşık kurgu yapısı çok çok başarılı. Zaten final kısmında kurgunun önemini fazlasıyla hissediyoruz. Bir diğer mühim detay ise insan yüzleri. Ancak bu kadar güzel kullanılabilir insan yüzü. Her ifade, her bakış, kırışıklıklar, göz çukurları.. Olmi, oyuncularının yüzündeki her noktayı özel olarak tasarlamış adeta. Bu anlamda bir kusursuzluk filme hakim.

14 Ocak 2018 Pazar

Rarbg Erişim Sorunu

Kat.ph engellendikten sonra ilaç olan Rarbg de geçtiğimiz günlerde engellendi. Film, oyun, uygulama ve müzik indirilebilecek yeni Rarbg linkleri ise mevcut. Aşağıdaki linklerden erişim  mümkün.

Rarbg Sağlam Link

Liste:

http://rarbgmirror.xyz
http://rarbgunblock.com
http://rarbgmirror.org
http://rarbgmirror.com
https://rarbg.unblockall.org
http://rarbgaccess.org
https://rarbg.bypassed.org
http://rarbgproxy.org

İyi günler.

13 Ocak 2018 Cumartesi

The Shape of Water

Balon filmlerin yönetmeni Guillermo del Toro'nun Venedik'ten Altın Aslan alan son filmi The Shape of Water, yine del Toro'nun diğer filmleri gibi (örn: Pan'ın Labirenti) neden bu kadar çok övgüye mazhar olduğunu anlayamadığım bir film oldu. Öyle ki, filmekimi'nde bilet almıştım bu filme ve uyuyakalmıştım. Uyuduğuma değmiş.

guillermo del toro'nun son filmi the shape of water sally hawkins ve michael shannon'ın performansıyla
The Shape of Water, 2017

Bilimsel araştırmalar tesisine getirilen bir canlının ve o tesiste temizlik görevlisi olarak çalışan Elisa Esposito'nun (Sally Hawkins) ilişkisini anlatıyor The Shape of Water. Her sabah yumurtalar haşlanırken mastürbasyonunu yapan ve ardından otobüs ile işe giden yani oldukça rutin bir hayatı olan Elisa, elektro şok ile cezalandırılan bu canlı için adeta bir kahraman olur. Onu ölüme götürülmek üzereyken Sovyet ajanı ile birlikte tesisten kurtaran ve büyük bir aşk yaşayan Elisa'nın hikayesi ne yazık ki bana geçmedi. Ayrıca Sally Hawkins'in çok övülen performansı da.. Yalnız Michael Shannon yine çok iyi. Nocturnal Animals'ta gördüğüm müthiş performanstan sonra bunu da sevdim.

Filmde zayıf olan çok şey var. Eşcinsellik ve ırkçılık az da olsa film yedirilmeye çalışılmış ama olmamış, Soğuk Savaş Dönemi Amerikan-Sovyet çatışmasına yer verilmiş fakat çok havada kalmış, insan-tanrı çatışması var gibi, türler arası ilişki var. Var oğlu var. Ama ne için var? Hikayeye ne katıyor. Doğru dürüst hiçbir şey.

The Shape of Water'ın Venedik'te, Altın Küre'de falan Three Billboards'u geride bıraktığını düşününce, sanki baya haksızlık yapılmış.


11 Ocak 2018 Perşembe

Teströl es lelekröl - On Body and Soul

on body and soul berlin altın ayı teströl es lelekröl
Teströl es lelekröl, 2017

Ildiko Enyedi'nin 17 senenin ardından çektiği ilk uzun metraj filmi olan Teströl es lelekröl veya Beden ve Ruh, geçtiğimiz sene Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı ödülünü kazandı. Berlin'de en iyi film ödülünü alan filmler arasında, Bir Ayrılık'tan beri benim için en güçlü ve geleceğe kalacak film bu oldu. (Belgesel olan Fuoccoammare'yi saymıyorum)

Ortalıkta koşuşturan geyikleri görürken baştan buna anlam vermek zor. Açıkçası ben bu geyikleri de, son yıllarda pek çok filmde gördüğümüz, öylesine yerleştirilmiş, bir şeyleri sembolize eden geyiklerden sandım. Fakat film ilerledikçe bu geyiklerin, birilerinin havadan anlam yüklemesi için filmde yer almadığını görüyoruz.

Aynı iş yerinde (mezbaha) çalışan iki kişi Endre ve Maria tesadüf eseri aynı rüyaları gördüklerini öğrenirler. Baştan bunu şaşkınlıkla karşılayan ikili arasında bir ilişki gelişir. Karakter yapıları gereği, filmlerde gördüğüm en naif ilişkilerden biri budur sanırım. Geyiklerin anlamı da burada ortaya çıkar.

Endre'nin sol kolu sakattır, hareketsizdir ve bu hayatına da yansımıştır, rutin ve sakin bir yaşamı vardır. Maria, ruhen sakat gibi bir izlenim verir, kısa cümleler kurar, kimseyle ilişkisi-arkadaşlığı yoktur. Bu iki, topluma göre zıt ve eşine az rastlanır karakter birbirine ilgi duymaya başlar.

Her şeyin tam tonunda olduğu, özellikle Maria karakterini canlandıran Alexandra Borbely'nin oyunculukta zirve yaptığı ve işe-hayata dair detayları ile kusursuza yakın bir film. Maria karakterinin ilk kez biriyle böyle bir ilişki kurması ve aşk duygusunu izleyiciye böylesine hissettirmesi muazzam. Hele bir sahne var ki, Demirkubuz'un Kader'inde Bekir'in çektiği acı yanında yapay kalır. O kadar doğal, o kadar gerçek.

Kişisel görüşüm tek kusur; mezbahada hayvanların kesilmesinin seyirciye gösterilmesi. Gerekli var mıydı bilmiyorum. Olmasa da filme bir şey kaybettirmezdi sanki.

2017'de izlediğim filmler içinde Three Billboards Outside Ebbing, Missouri ile birlikte en sevdiğim Beden ve Ruh oldu. O sahneyi tekrar tekrar izleyeceğim.

10 Ocak 2018 Çarşamba

Cemil Meriç'te Görmek, Görmemek ya da Görememek Üzerine

Bu başlık altında Cemil Meriç'in Jurnal'inde yer alan "görmek" ile alakalı meseleler, cümleler ve çıkarımlar toplanacaktır. Yine Cemil Meriç'in okuyacağım diğer kitaplarında da konu ile ilgili cümleler bulunduğunda burada paylaşılacaktır.


1) Görmek tabiata tahakküm etmektir. Dış dünya, ne kadar düşman unsurlarla dolup taşarsa taşsın, zekamızın gözbebeklerimizden boşalan seyyalesiyle ehlileşmeye, mutileşmeye mahkumdur. Hayatımız bakışlarımızdan maddeye işler: Madde bizimdir. Tabiatla bir vuslat içinde yaşayabiliriz. Her bakış dış dünyaya atılan bir kementtir. Mekan canavarı, bütün buutlarıyla ehlileşiverir. Gören hangi hakla yalnızlıktan şikayet edebilir? Mevsimler bütün işlevleriyle emrinde, renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Yıldızlar onun için doğar, çiçekler onun için abideleşir, güneş, kuşların kanadında, onun için, alaimisemanın bütün nüanslarına geçit resmi yaptırır. Şehrin bütün kadınları onun için giyinip süslenir. Çocukların tebessümü onun içindir.

2) Bazen şükrediyor körlüğüne. Felaketine dört elle sarılmak istiyor. Körlük bir nevi ölüm. Hayır, ölümden çok daha beter bir işkence. Öldükten sonra yaşamak gibi bir şey. Bir hortlak gibi yaşamak. Şekillerin silindiği, güzelliklerin kaybolduğu, cisimlerin katılaştığı düşman bir dünyada yaşamak. Dünyanın dışında yaşamak. Ama öylesine bedbahttı ki bütün felaketlerin mesuliyetini tek kaynağa bağlamak teselli ediyor onu. Bu afet hezimetlerini meşrulaştırıyor. Hiçliğini bütün merareti ile hissetmek... dayanılmaz çile. Ama o bu çileyi ömür boyu çekti. Herkesten farklı olmak, ıstırapların en güç tahammül edileni. Hayat onun için bir zilletler zinciri idi. Kendini, okuduğu romanlardan hiçbirinin kahramanına benzetmiyor, acıları edebiyata girmeyecek kadar bayağı da ondan mı?

Önünde bütün kapılar çoktan kapanmıştı. Yaşadığı trajedinin düğümünü ya ölümün elleri çözebilirdi, ya cinnetin. Heyhat! Gözlerini kaybetti. Çok muvakkat, çok yarım bir hal sureti idi bu. Evet, bazı gurur yaralarını unutturacak, bazı hezimetleri meşrulaştıracak, bazı çirkinlikleri gizleyecek, tahrikleri azaltacak bir felaket. Bununla beraber yıllarca kör kelimesini telâffuz edemedi. Dudaklarını yakıyordu bu söz. İnanmak istemiyordu. Hâlâ inanmak istememektedir.

...

4 Ocak 2018 Perşembe

Lady Bird

greta gerwig'in bol ödüllü filmi lady bird
Lady Bird, 2017

Ailesinin verdiği ismi (Christine) reddedip kendisine Lady Bird ismini takan, dini eğitim veren bir lisede okuyan son sınıf öğrencisi üzerine kurulu bir ergenlik hikayesi.

Maddi durumu pek de iyi olmayan ailenin haşarı kızı Christine 'Lady Bird' tüm ergenler gibi ailesiyle sorunlar yaşar. Annesiyle pek anlaşamaz, farklı bir tip olan abisiyle arası yoktur, babası iyidir, hoştur ama onun da pek vasfı yoktur vs. (buraya kadar bize bu filmin neden bu kadar çok övüldüğüne yönelik bir şey vermiyor film.)

Lady Bird elbette aşık olur, fakat o da ne, sevgilisini tuvalette başka bir erkekle yakalar. Son yılların Amerikan filmlerinde bu beklenmedik (ne kadar beklenmedik olduğundan emin değilim) olayla sağolsunlar bizleri aşşırı şaşırtıyorlar. Her neyse, Lady Bird daha havalı birine aşık olur. Bekaretini kaybeder. Tiyatro grubundan ayrılır. Dindar okulunun değer yargılarını aşağılar. Çevresini değiştirmeye başlar. Şişman arkadaşından vazgeçer havalı kızlarla ilişki kurar. Ve yine daha önce hiiiç ama hiç görmediğimiz şekilde hepsinden pişman olur, yanlışını anlar. Ben bu değilim tribine girer. Şişman arkadaşına geri döner, abisiyle arayı düzeltir.

Filmin ana unsurlarından biri Sacramento. Zaten herhangi bir Amerikan filminde eyalet - şehir kıyaslamaları, herhangi bir şehri ezme diğerini yüceltme gibi durumları görmezsek gözlerimiz kanayacak sanırım, sağolsun senaristler - yönetmenler gözlerimizi kanatmıyor.

Noah Baumbach filmlerindeki rolleriyle harika işler çıkaran fakat role fazla giren ve karakteri üzerine yapıştıran Greta Gerwig ilk solo yönetmenlik denemesinde de farklı bir şey sunmuyor sanki. O kadar çıkamamış ki Frances Ha ve Mistress America filmlerindeki rollerden, Lady Bird'ü yazarken de aynı kalıbın içinden yazmış. Allah Noah Baumbach'tan razı olsun, kadın kendini geç de olsa keşfetmiş adamın filmlerinde rol alarak.

Ve final. Gerçekten şu final bir Türk filmden olsa yerden yere vurulur. Yüzüne tükürülür. Gerçi günümüz Türkiye'sinde eleştirilemez de, neyse. Lady Bird üniversiteye gider, sarhoş olur, hastanelik olur. Sonra kiliseye gider ve koroyu dinlerken aslında kilisenin, dinin falan güzel şeyler olduğunu, özünden kopmaması gerektiğini falan anlar. Sacramento'yu, ailesini, özellikle hiç anlaşamadığı annesini özlediğini hisseder ve hemen telefona sarılır. Ailesine onları sevdiğini söylediği bir mesaj bırakır. Şunu bir Türk filminde görsek, karakter yaşadığı dönüşümden sonra camiye gidip "oğlum bunlar sana yakışmıyor, adam ol" triplerine girse, huzur İslam'da minvalinde bir sahne olsa cidden eleştirmenler, sinefiller falan bir tarafıyla gülerler. Ne hikmetse Lady Bird'ün huzur Kilise'de sahnesine pek bir şey denmemiş. Berbat finaliyle, ortalama olan film daha da aşağı çekilmiş. Hayal kırıklığı.

2 Ocak 2018 Salı

Berlin Syndrome

cate shortland'in son filmi berlin syndrome başrolünde teresa palmer
Berlin Syndrome, 2017
Cate Shortland'in son filmi Berlin Syndrome, genç bir kadının Berlin'e turist olarak gelmesini ve burada tanışıp arkadaş olduğu adam tarafından tutsak edilmesini anlatıyor.

Bunu anlatırken karakterler işlenmiyor, hikaye inandırıcı değil ve çok alışılageldik. Bir kadını tutsak eden bir karakter ortaya koyuyorsun, ne geçmişine dair net bir şey var, ne bugününe. Bu adam niye psikopat? Babasını gösteriyorsun ama baba ile olan ilişki bile ikircikli. Hiçbir şey net ve tutarlı değil.

Film yürümüyor. Baştan itibaren falsolarla dolu. Filmin başındaki ağır çekimler ne içindi? Filme hiçbir şey katmayan detaylarla film daha baştan olumsuz bir izlenim bıraktı.

Psikopat karakter için seçilen oyuncu Max Riemelt çok kötü. Yakışıklılığı dışında hiçbir olumlu tarafı yok. Eğer yıldız tablosu gibi bir şeyde oy verecek olsam 1.5 yıldız falan verirdim herhalde, o da Teresa Palmer'in ve yönetmenin daha iyi filmlerinin hatırına.

2018 Avrupa Kültür Başkenti: Leeuwarden & Valletta

Hollanda'nın Leeuwarden ve Malta'nın Valletta şehirleri 2018 Avrupa Kültür Başkenti olarak açıklandılar. İki şehrin kültürel yapıları bir hayli farklı.

2018 avrupa kültür başkenti leeuwarden ve valletta
Leeuwarden, Hollanda
Hollanda'nın kuzey kesiminde yer alan Frisia Bölgesi'nin başkenti olan Leeuwarden için Avrupa Kültür Başkenti olmak sosyal bir deneye dönüşecek. Amaç; kültür - sanat yoluyla mümkün olan en açık görüşlü topluluk haline gelmek. Sürdürülebilirlik, çeşitlilik ve sosyal adalet gibi temalar sayısız sergi, atölye çalışması ve performansla ele alınacak. Leeuwarden 2018'in web sitesinde yer alan "daha önce hiç olmadığımız seviyede bir şeyler yapmaya cesaret edeceğiz." yazısı, şehrin heyecanını yeterince belli ediyor.

İlk kez 1985 yılında, Atina, Avrupa Kültür Başkenti seçilmişti. 2008 yılında Liverpool şehri 900 milyon Euro'luk bir gelir elde etmek için 200 milyon Euro yatırım yapmıştı. Başvurmak isteyen İngiliz şehirleri olsa da Brexit nedeniyle artık pek şanslı görünmüyorlar. Avrupa Ekonomik Birliği'nden veya Avrupa Birliği'ne aday ülkelerden başvurular alınıyor.

2019 için en güçlü adaylarsa İtalya'dan Matera ve Bulgaristan'dan Plovdiv.

Pencere

Haluk Bilginer ve Esra Bilgin Bezen Freud'un bastırılan ve birikmiş duyguların sonunda patlayacağı görüşüyle yola çıkan oyun; bast...