30 Aralık 2017 Cumartesi

Uygar Batı'nın Barbar Doğu'su

oryantalist resimler jean leon gerome kahire camii
Kahire Hasaneyn Camii Önünde İsyankar Beylerin Başları

Oryantalist resimlerde şiddet sahneleri, Doğu toplumlarının bir özelliği varsayılan vahşetin işlenmesine imkan tanıyordu. Edward Said'in "sömürgeci Batı'nın Doğu toplumunu taraflı yorumladığı" görüşünü en iyi yansıtan resimler bunlardır.

Bu örneklerde sancaklar, silahlar, Doğulu erkeklerin görkemli çıplaklıkları, yaralı insanların ve atların yarattığı korkunç görünüm, kanlanmış ipekli kumaşlar, başıbozuklar ve yeniçerilerin yer aldığı şiddet içeren görünümlerin yanısıra acımasız idam sahnelerine de yer verilmiştir. Bu resimlerde Batılıların Doğululara ettikleri zulüm konu edilmez.

Bu anlamdaki oryantalist resimler arasında, Jean-Leon Gerome'un "Kahire Hasaneyn Camii Önünde İsyankar Beylerin Başları" adlı tablosu tipik bir örnektir. 1862'de Suriye ve Mısır'a uzun bir yolculuk yapan Gerome, Müslümanlıkla ilgili pek çok resim yapmıştır.

İbret için kesilmiş başların sergilenmesi, adaleti şiddet kullanarak sağlamaya çalışan bir toplumun özelliği olarak yorumlanır. Pek çok kişinin gerçek hayatta bu sahneleri seyretmeye geldiği bilinir. Dolayısıyla Gerome da, resmin sağ tarafına birkaç figür daha koymak istemiş ancak sonra vazgeçmiştir. Sanatçının bu anlamda yaptığı eskizleri vardır.

NOT: Bu yazı Ntv Tarih'in 53. sayısında yer alan Semra Germaner'e ait çalışmadan alınmıştır.

29 Aralık 2017 Cuma

Toni Erdmann

maren ade toni erdman cannes film festival academy award
Toni Erdmann, 2016

Yıllardır Cannes'a dair haberleri ilgiyle takip etmişimdir. Herhalde Maren Ade'nin Toni Erdmann'ı kadar yüksek dozda övgüyü alan bir başka film çok az olmuştur.

İşkolik, genç, karizmatik bir kadın ve onun muzip babası. Postmodern dünyanın oluşturduğu yapay ritüellerden sıkılan baba, Toni Erdmann. Köpeği öldükten sonra Bükreş'e kızının yanına giden baba, kızının hayatının her anına dahil olmaya başlar. Takma dişleri, peruğu, berbat takım elbisesiyle herkese farklı yalanlar söyler, her seferinde başka birini oynar.

Kızı ise kolay kolay duruşundan vazgeçmez, babasını da pek yanında istemese de onu da bir kenara atamaz. Hatta bazen babasının bu aptalca bulduğu hallerinden çıkarları için yararlanmaya çalışır.

Film bu anlattıkları ile bana bu kadar övgüyü neden aldığını ispatlayamadı. Bilindik konular, ağır bir işleyiş. Günümüz toplumuna, beyaz yakalılara eleştiriler var. Değerlerin kaybolmasına, herkesin makineleşmesine ve somurtkanlığına eleştiriler var. Ama bunlar bulunmaz Hint kumaşı değil. Ağır övgüleri görünce insanın beklentisi çok yüksek oluyor ve ne yazık ki Toni Erdmann o beklentiyi karşılamıyor.

Benim için beklentiyi karşılamamasının sebebi Maren Ade'ın 2003 yapımı Der Wald vor lauter Baumen filminde de benzer temaları görmüş olmam. O filmi çok sevmiştim çünkü sıfır beklentiye sahiptim. Yine istenmeyen bir karakter vardı o filmde, mutlu olmaya çalışıyordu, arkadaş edinmeye çalışıyordu vs. Teknik yönleri de Toni Erdmann ile aynıydı.

Uzun süresi ve filme bir şey katmayan bazı sahneleriyle Toni Erdmann hayal kırıklığı. Başarılı oyunculuklar ve Lars von Trier manyaklığına/rahatsız ediciliğine sahip çıplaklar partisi sahnesi ile kalıcı bir film. İzleyeni hayran da bırakabilir, göz de devirtebilir.

24 Aralık 2017 Pazar

Desde Alla

venedik film festivali'nde en iyi film seçilen desde alla orta yaşlarında eşcinsel bir adamın pedofili ilişkisini anlatıyor.
Desde Alla, 2015

Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan ödülü alan film bir ilk film olma özelliğini taşıyor. Bir ilk film olarak değerlendirildiğinde belki başarılı olduğu söylenebilir, belki.

Protez diş yapan, orta yaşın üzerinde zengin bir adam, yaşadığı şehrin gettosunda beğendiği gençlere para teklif eder. Eve götürüp bu genç çocukları soyunduran adam onlara bakarak mastürbasyon yapar. Bir gün yine beğendiği bir çocuğu eve götüren adam ummadığı bir şeyle karşılaşır, çocuk tarafından gasp edilir. Aralarındaki ilişki böyle başlar.

Lorenzo Vigas yönetmenliğindeki film festival festival dolaşmasına bakıldığında çok şey vadetti. İzlendiğinde ise böyle olmadı, çok az şey verdi.

Önce veremediklerinden başlamak lazım. Bir kere duygu veremedi. Ne adam soyulduğunda bir heyecan, ne çocuklar bilmedikleri eve giderken bir gerilim, ne bir merak duygusu. Hiçbirini veremedi. Karakter meselesinde ise baştan sona sınıfta kalınmış. Ana karakter Armando'nun karakterine dair hiçbir derinlik yok. Tek bildiğimiz diş protezi yapan bir zengin olması ve eşcinselliği. Elder karakteri Armando'ya nazaran biraz daha iyi işlenmiş ama yeterli olmuyor.

Teknik açıdan iyi denebilecek bir filmken hikaye kurgusu aşırı zayıf. İnsan bu filmin, Cuaron, Nuri Bilge, Pawlikowski, Lynne Ramsay gibi bir jüriden nasıl Altın Aslan aldığına hayret ediyor. Tabi bunda o seneki Venedik seçkisinin de çok zayıf olması etkili olmuştur.

23 Aralık 2017 Cumartesi

The Killing of a Sacred Deer


Yorgos Lanthimos'un Cannes'da en iyi senaryo ödülünü alan son filmi The Killing of a Sacred Deer, yönetmeninin düşüşünün devamı niteliğinde bir film. Kynodontas ile tanışıp hayran kaldığımız dahi adam gitmiş onun yerine onun yolundan ilerleyen ve onun gibi farklılıkları seven çok çok iyi bir taklidi gelmiş sanki. Taklit o kadar iyi ki ona çok yakın duruyor ama bir şeylerin eksik olduğu da hissediliyor.

Kynodontas ve Alpeis'te hikayenin inandırıcı bir zemine oturtulmuş olması izleyiciyi filmin içine çeken ana unsurdu. Lobster ve The Killing of a Sacred Deer ise bu hikayenin inandırıcılık problemini aşamamış sanki. Yönetmen kendi geleneğini sürdürmek için bütün absürt öğeleri (el yalatmak, koltuk altını göstermek vs.) izleyicinin gözüne sokmuş. Bir de artık dans sahneleriyle seyirciyi rahatsız etmek, karaktere kötü bir şekilde şarkı söyletip karakteri rahatsız etmek falan herkesin yaptığı numaralar olmaya başladı. Raw'da da gördük bunu bu sene.

Oyunculuklarda ise Martin karakterini canlandıran Barry Keoghan müthiş. Zaten bu genç arkadaş tipi itibariyle çok şanslı. Böyle soğukkanlı, rahatsız edici karakter için harika bir ifadesi var.

İlk kez Lanthimos filmi izleyecek olanları gayet etkileyebilecek bir film olan Kutsal Geyiğin Ölümü, yönetmenin filmografisini bilenlerde büyük etki yaratmayacaktır.



20 Aralık 2017 Çarşamba

O Ornitólogo

joao pedro rodrigues o ornitologo
O Ornitologo, Joao Pedro Rodrigues

Joao Pedro Rodrigues'in izlediğim ilk filmi olan O Ornitologo'da, askeri kuş gözlemcisi olan Fernando ıssız bir ormanda leylekleri izleyip kayıt altına almaktadır. Kanyonun ortasında akan nehirde kanosunun üzerinden leylekleri gözetlerken akıntıya kapılır ve alabora olur. Bu noktadan sonra Fernando'nun ıssızlığı kaybolur.

Önce kendisini boğulmuşken kurtaran ve onu hayata döndüren, Çinli iki turist kadının tutsağı olur. Zor bela Çinli kadınların elinden kurtulan Fernando arabasına geri dönmek üzere bir yolculuğa çıkar. Parçalanan kanosunu dinsel bir ritüelin aleti olmuş şekilde kuma çakılı olarak görür. Gecenin ıssızlığında beklemediği, ürkütücü bir ayine şahitlik eder.

Son olarak nehir kıyısında dilsiz bir çoban ile karşılaşır. Ormanda işleri sürekli ters giden Fernando artık sakin ve iyi halini kaybedip kötülüğü kendisinde bulur.

Beyaz bir güvercinin çadırına girip macerasına dahil olmasıyla uhrevi bir güce kavuşan veya bu halihazırda var olan gücü yeni keşfeden Fernando artık bir azizdir. Filmin düz anlamı budur.

İstanbul Film Festivali'nde en iyi film seçilen O Ornitologo'nun gerektiği noktalarda gerilim dozu çok iyi ayarlanmış. Yağmurun, nehrin, kuşların sesini yanımdaymışcasına duyuyorum, teknik işler çok başarılı. Yalnız bu türü sevmeyenler için yarısında terk edilebilecek bir film. Bu sakin, ağır ilerleyen ama alt metninde çok şeyi barındıran filmleri sevenler için muazzam, zor bulunabilecek bir film. Zaten bir noktadan sonra izleyici düz anlamdan uzaklaştırılıyor. Tamamen hristiyanlık tarihi bilmeyi gerektiren bir aşamaya geçiliyor. En son görülen Padova tabelası bize filmin başka bir açıdan okunması gerektiğini söylüyor.

Filmden sonra Google'a "Padova Fernando" yazdığımda filmi biraz daha iyi anladım. Filmin ana karakteri Fernando, İstiklal Caddesi'nde bulunan St. Antuan Kilisesi'ne adını veren kişinin alegorik bir yorumu.

18 Aralık 2017 Pazartesi

Stronger

jake gyllenhaal'ın başrolünde olduğu 2017 stronger boston maratonu saldırısında bacaklarını kaybeden jeff bauman'ın hikayesini anlatıyor.
Stronger, 2017

Bu senenin Amerikan yapımı filmleri arasında kendine kalburüstü bir yer edinen Stronger, sırtını yasladığı gerçek hikaye ile benim gibi etki altına kolay alınabilen izleyicilere muhakkak tesir edecektir.

Jake Gyllenhaal'ın başrolünde olduğu Stronger, 2013'te gerçekleşen Boston Maratonu bombalı saldırısında iki bacağını kaybeden Jeff Bauman ve çevresindekilerin değişen hayatını anlatıyor. Rutin hayatında oldukça neşeli ve sevilen biri olan Bauman saldırıdan sonra kendisine yapılan "kahraman" övgülerinden biraz rahatsızlık duymaya başlıyor. Amerika'nın bu "hero" yaratma merakı ve sevgisi onu rahatsız ediyor. Tatiana Maslany'nin canlandırdığı Erin karakteri ise filmin gizli öznesi sanki, sadece filmin değil gerçekte yaşananların da. Aile, arkadaşlar ve hatta bütün Amerika Jeff Bauman ile ilgilenirken işin görünmeyen kısmında esas kahraman Erin yatıyor.

Filmde sevdiğim Bauman'dan çok Erin karakteri oldu. Anne karakteri veya Erin ile Jeff, hepsi fazla göze sokulmadan iyi işlenmiş. Duygusal yönünün iyi ayarlanması ve başarı oyuncular ile film gayet iyi.

İyi olmayan şeyler de var Stronger'da: Neredeyse 11 Eylül sonrası tüm Hollywood filmlerinin vazgeçilmezi olan Irak'a atıfta bulunma. Jeff'i kurtaran karakter çocuğunu Necef'te bir keskin nişancı kurşunuyla kaybetmiş. Ona yer verilmesini bir nebze makul görebiliriz. Ardından Red Sox'ın maçından çıkan Jeff'e yine bir vatandaşın gelip Irak'ta kardeşini kaybettiğini anlatması ve bu kahramanlık öyküsünü çevredeki herkesin dinlemesi. İşte bunlar filmi çok güzel bir film olabilecekken sıradana yakın bir yere yaklaştıran unsurlar.

Amerikanlar Irak'a Afganistan'a kendilerini övmek için atıfta bulunmayı bıraktıkları zaman filmleri çok daha güzel filmler olacak. Stronger da iyi yönlerini bu unsurlar ile baltalayan bir film olsa da oyunculuklar ve dramatik hikayesi için izlenebilir.

17 Aralık 2017 Pazar

Suudi Arabistan ve Sinema

Suudi Arabistan son dönemlerde bazı reformlar gerçekleştiriyor. Kadınların araba sürme yasağı kaldırıldı mesela. Sinema gösterimi 38 senenin ardından serbest kaldı vs.

Suudi Arabistan'da sinemanın başlangıcı

Amerikalı eski gazeteci ve yazar, şimdilerde akademisyenlik yapan Stephen Kinzer, kitabı Ezber Bozmak'ta Suudi Arabistan'ın sinema geçmişine hatta Suudi Arabistan'da sinemanın temeline dair güzel bilgiler veriyor. Suudi Kralı Abdülaziz İbni Suud ve yanındaki kalabalık ekibi bir Amerikan gemisinde dönemin ABD Başkanı Roosevelt ile buluşur. Bir Suud'un ilk kez sinema ile tanışması da bu gemide gerçekleşir. Tabi yasaklar da bu gemide başlar.


Kitaptan: ... bu seyahatte kral (ibni suud) hayatında ilk defa bir sinema filmi seyretti. Uçak gemisinin nasıl çalıştığını anlatan The Fighting Lady isimli dökümanteri pek beğendi. Ama filmden sonra Büyükelçi Eddy'ye krallığında istemediği yabancı ürünlerden birinin de filmler olduğunu söyledi.

"Böyle güzel bir film bile olsa halkımın sinema görmesinin doğru olduğundan kuşkuluyum" dedi. "Dikkatlerini dini görevlerinden başka yerlere çekecek olan eğlence iştahı ortaya çıkacaktır."

Suudi hayatında iki yüzlülük temel bir olgudur. Örneğin İbni Suud'un Black Label Johnnie Walker'a olan düşkünlüğü gibi astrolojiye inanması da İslami kurallara tamamen aykırıdır. Bu durumda kralları diğer insanlara film gösterilmemesini buyurduğu halde mürettebata gösterilen filmlere karşı çoğunluğu prenslerden oluşan kraliyet ekibinin açlık duyması şaşırtıcı değildi. Büyükelçi Eddy hatıratında olayı şöyle anlatır:

"Güvertede dökümanter film gösterildikten ve kral odasına çekildikten sonra mürettebata her zaman gösterilen gemi filmleri gösterildi. Bu sır kralın üçüncü oğlu Emir Muhammed'in kulağına gitmiş. Emir Muhammed yola çıkışımızdan sonraki sabah beni bir kenara çekti ve birdenbire ölmeyi mi yoksa küçük parçalara ayrılarak ölmeyi mi tercih ettiğimi sordu.Ne olduğunu sordum, güvertenin altında Hollywood filmlerinin gösterildiğini ve kendisinin davet edilmediğini söyledi. Şiddet göreceğim korkusuyla, Kral babasının hiçbir Arap'ın, hele oğullarından birinin, yarı çıplak kadınların tanrı korkusu olmadan sergilendiği bu filmleri görmesini onaylamadığını hatırlattım ve bunu unutması için yalvardım. Az ve öz cevap verdi. Ya bu filmleri göreceğini ya da çocuklarımın kısa bir süre sonra yetim kalacaklarını söyledi. Boyun eğersem sırrımı saklayacağını ve babasına söylemeyeceğine ant içti.

Lafın kısası, Emir Muhammed ve küçük kardeşi Emir Mansur, Lucille Ball'ın gece yarısı erkekler yatakhanesinde yolunu kaybettiği, elbiseleri paramparça zor bela kurtulduğu filmi geç vakitte en ön sırada seyrettiler. Film mürettebatın, iki prensin de iştirak ettiği, ıslıkları ve alkışlarıyla sona erdi. Filmin bir sonraki gösterimine en az yirmi beş Arap katıldı. Şansımıza, bildiğim kadarıyla, bu alemin haberi Kralın kulağına gitmedi."

Bu yazı İletişim Yayınları'nda çıkan Ezber Bozmak adlı kitaptan alınmıştır.




Pencere

Haluk Bilginer ve Esra Bilgin Bezen Freud'un bastırılan ve birikmiş duyguların sonunda patlayacağı görüşüyle yola çıkan oyun; bast...