Macar yönetmen Laszlo Nemes’in ilk filmi olan ve Cannes Film
Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan filmi Saul Fia / Saul’un Oğlu, 14.
Filmekimi kapsamında Türk izleyicisi ile buluşuyor. İkinci Dünya Savaşı’nda
kurulan toplama kamplarına farklı bir açıdan bakan film, özellikle Avrupa
sinemasına ve festival filmlerine ilgi duyan sinemaseverlere hitap ediyor.
Saul’un Oğlu, alışılageldik soykırım filmlerinden farklı olan yapısı ile
ölümleri ve işkenceleri izleyicinin gözüne sokmuyor. Bütün gerçekler olanca
çıplaklığıyla Saul Auslander isimli karakterin gözünden, herhangi bir duygu
sömürüsü yapılmadan veriliyor.
|
Saul (Geza Röhrig) |
Auschwitz Kampı’nda Nazilerle iş birliği yapan, aslında daha
çok Nazilerin pis işlerini yapmaya zorlanan bir Yahudi grubun, Sonderkommando
grubunun üyesi olan Saul Auslander, bir gün yakılmak üzere olan bir çocuk
cesedi karşısında soğukkanlılığını koruyamaz ve bu cesedi bir haham bulup
inançlarına uygun bir şekilde gömmek ister. Fakat hem çevresindeki Yahudilerin,
kendi hayatlarını da riske attığı için Saul’e yardımcı olmaması, hem de Nazilerin
bitmek bilmeyen baskısı Saul’un işini zorlaştırmaktadır. Saul Auslander ise
yılmadan, büyük bir inatla, bu ödev bildiği arzusunu gerçekleştirmek için
çabalamaya devam eder.
Herkesin bu kampta yaşanan acı olayları kanıksadığı ve
sadece kendi canını düşündüğü ortamda Saul’un inatçı bir tavırla bir cesedi
yakılmaktan kurtarıp gömmek istemesi, bir noktadan sonra seyirciye “yok artık”
dedirtecek türden. Tam da bu “yok artık” denilen zamanlarda seyircinin Saul’un
bu bitmek bilmez motivasyonunun sebebini öğrenmesi güzel olduğu kadar riskli
de. Riskin sebebi, bu kırılma anının seyirciye çok geç veriliyor olması. Bu geç
kalınmışlık, seyirci ile film arasındaki bağı tamamen koparmasa da bir nebze
inceltiyor.
Bu bağlamda o dönemin koşullarına ışık tutan film, “bir ilk
film olduğu için” başarısı ile şaşkınlık yaratıyor. Zor bir konuyu, herhangi
bir teknik acemiliği seyirciye yansıtmadan işleyen film takdiri hak ediyor. Özellikle
abartıya kaçmadan kullanılan sesler, atmosfer yaratma konusunda filme ve
yönetmene artı puan kazandırıyor.
Laszlo Nemes’in kamerası sürekli olarak Saul’un sırtında
veya yüzünde geziniyor. Saul dışında kalan her şey flu gösteriliyor. Yönetmen
“Saul işte tam da bunları görüyor” dercesine, tamamen karakterin bakış açısı
ile kamerasını hareket ettiriyor. İzleyiciye Saul’un gördüklerini ve iç
dünyasını tamamen hissettirmek için başvurulan bu yöntemin, biraz yorucu
olduğunu belirtmekte fayda var. Özellikle kamp akşamlarındaki karanlık
sahnelerde bile gerçekçi havayı korumak için hiç ışık kullanılmamış olması
yönetmeni amacına ulaştırırken izleyicide sıkılmışlık duygusu uyandırabilir.
Oyunculuklar söz konusu olduğunda ise Geza Röhrig (Saul
Auslander) dışında öne çıkan veya hoş karşılanmayan bir performanstan bahsetmek
zor. Daha önce bilinen bir filmde rol almayan Geza Röhrig, film boyunca karakterinin
çarpıcı, net ve donuk ifadesini çok iyi koruyor. En beklenmedik anlarda bile
ketum tavrını koruyan Saul karakterini başarıyla canlandırıyor.
Film, anlatım tarzı ve tekniği ile bilinen soykırım
filmlerinden (Piyanist, Schindler’s List) farklı bir yerde dursa da bu yer
filmi çok fazla yüceltmemizi gerektirecek kadar özel bir yer değil.
Macaristan’ın Oscar adayı olan filmin bir ilk film olduğu düşünüldüğünde ise
yönetmen Laszlo Nemes için daha iyi bir başlangıç olamazdı.
Ekim, 2015