30 Aralık 2017 Cumartesi

Uygar Batı'nın Barbar Doğu'su

oryantalist resimler jean leon gerome kahire camii
Kahire Hasaneyn Camii Önünde İsyankar Beylerin Başları

Oryantalist resimlerde şiddet sahneleri, Doğu toplumlarının bir özelliği varsayılan vahşetin işlenmesine imkan tanıyordu. Edward Said'in "sömürgeci Batı'nın Doğu toplumunu taraflı yorumladığı" görüşünü en iyi yansıtan resimler bunlardır.

Bu örneklerde sancaklar, silahlar, Doğulu erkeklerin görkemli çıplaklıkları, yaralı insanların ve atların yarattığı korkunç görünüm, kanlanmış ipekli kumaşlar, başıbozuklar ve yeniçerilerin yer aldığı şiddet içeren görünümlerin yanısıra acımasız idam sahnelerine de yer verilmiştir. Bu resimlerde Batılıların Doğululara ettikleri zulüm konu edilmez.

Bu anlamdaki oryantalist resimler arasında, Jean-Leon Gerome'un "Kahire Hasaneyn Camii Önünde İsyankar Beylerin Başları" adlı tablosu tipik bir örnektir. 1862'de Suriye ve Mısır'a uzun bir yolculuk yapan Gerome, Müslümanlıkla ilgili pek çok resim yapmıştır.

İbret için kesilmiş başların sergilenmesi, adaleti şiddet kullanarak sağlamaya çalışan bir toplumun özelliği olarak yorumlanır. Pek çok kişinin gerçek hayatta bu sahneleri seyretmeye geldiği bilinir. Dolayısıyla Gerome da, resmin sağ tarafına birkaç figür daha koymak istemiş ancak sonra vazgeçmiştir. Sanatçının bu anlamda yaptığı eskizleri vardır.

NOT: Bu yazı Ntv Tarih'in 53. sayısında yer alan Semra Germaner'e ait çalışmadan alınmıştır.

29 Aralık 2017 Cuma

Toni Erdmann

maren ade toni erdman cannes film festival academy award
Toni Erdmann, 2016

Yıllardır Cannes'a dair haberleri ilgiyle takip etmişimdir. Herhalde Maren Ade'nin Toni Erdmann'ı kadar yüksek dozda övgüyü alan bir başka film çok az olmuştur.

İşkolik, genç, karizmatik bir kadın ve onun muzip babası. Postmodern dünyanın oluşturduğu yapay ritüellerden sıkılan baba, Toni Erdmann. Köpeği öldükten sonra Bükreş'e kızının yanına giden baba, kızının hayatının her anına dahil olmaya başlar. Takma dişleri, peruğu, berbat takım elbisesiyle herkese farklı yalanlar söyler, her seferinde başka birini oynar.

Kızı ise kolay kolay duruşundan vazgeçmez, babasını da pek yanında istemese de onu da bir kenara atamaz. Hatta bazen babasının bu aptalca bulduğu hallerinden çıkarları için yararlanmaya çalışır.

Film bu anlattıkları ile bana bu kadar övgüyü neden aldığını ispatlayamadı. Bilindik konular, ağır bir işleyiş. Günümüz toplumuna, beyaz yakalılara eleştiriler var. Değerlerin kaybolmasına, herkesin makineleşmesine ve somurtkanlığına eleştiriler var. Ama bunlar bulunmaz Hint kumaşı değil. Ağır övgüleri görünce insanın beklentisi çok yüksek oluyor ve ne yazık ki Toni Erdmann o beklentiyi karşılamıyor.

Benim için beklentiyi karşılamamasının sebebi Maren Ade'ın 2003 yapımı Der Wald vor lauter Baumen filminde de benzer temaları görmüş olmam. O filmi çok sevmiştim çünkü sıfır beklentiye sahiptim. Yine istenmeyen bir karakter vardı o filmde, mutlu olmaya çalışıyordu, arkadaş edinmeye çalışıyordu vs. Teknik yönleri de Toni Erdmann ile aynıydı.

Uzun süresi ve filme bir şey katmayan bazı sahneleriyle Toni Erdmann hayal kırıklığı. Başarılı oyunculuklar ve Lars von Trier manyaklığına/rahatsız ediciliğine sahip çıplaklar partisi sahnesi ile kalıcı bir film. İzleyeni hayran da bırakabilir, göz de devirtebilir.

24 Aralık 2017 Pazar

Desde Alla

venedik film festivali'nde en iyi film seçilen desde alla orta yaşlarında eşcinsel bir adamın pedofili ilişkisini anlatıyor.
Desde Alla, 2015

Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan ödülü alan film bir ilk film olma özelliğini taşıyor. Bir ilk film olarak değerlendirildiğinde belki başarılı olduğu söylenebilir, belki.

Protez diş yapan, orta yaşın üzerinde zengin bir adam, yaşadığı şehrin gettosunda beğendiği gençlere para teklif eder. Eve götürüp bu genç çocukları soyunduran adam onlara bakarak mastürbasyon yapar. Bir gün yine beğendiği bir çocuğu eve götüren adam ummadığı bir şeyle karşılaşır, çocuk tarafından gasp edilir. Aralarındaki ilişki böyle başlar.

Lorenzo Vigas yönetmenliğindeki film festival festival dolaşmasına bakıldığında çok şey vadetti. İzlendiğinde ise böyle olmadı, çok az şey verdi.

Önce veremediklerinden başlamak lazım. Bir kere duygu veremedi. Ne adam soyulduğunda bir heyecan, ne çocuklar bilmedikleri eve giderken bir gerilim, ne bir merak duygusu. Hiçbirini veremedi. Karakter meselesinde ise baştan sona sınıfta kalınmış. Ana karakter Armando'nun karakterine dair hiçbir derinlik yok. Tek bildiğimiz diş protezi yapan bir zengin olması ve eşcinselliği. Elder karakteri Armando'ya nazaran biraz daha iyi işlenmiş ama yeterli olmuyor.

Teknik açıdan iyi denebilecek bir filmken hikaye kurgusu aşırı zayıf. İnsan bu filmin, Cuaron, Nuri Bilge, Pawlikowski, Lynne Ramsay gibi bir jüriden nasıl Altın Aslan aldığına hayret ediyor. Tabi bunda o seneki Venedik seçkisinin de çok zayıf olması etkili olmuştur.

23 Aralık 2017 Cumartesi

The Killing of a Sacred Deer


Yorgos Lanthimos'un Cannes'da en iyi senaryo ödülünü alan son filmi The Killing of a Sacred Deer, yönetmeninin düşüşünün devamı niteliğinde bir film. Kynodontas ile tanışıp hayran kaldığımız dahi adam gitmiş onun yerine onun yolundan ilerleyen ve onun gibi farklılıkları seven çok çok iyi bir taklidi gelmiş sanki. Taklit o kadar iyi ki ona çok yakın duruyor ama bir şeylerin eksik olduğu da hissediliyor.

Kynodontas ve Alpeis'te hikayenin inandırıcı bir zemine oturtulmuş olması izleyiciyi filmin içine çeken ana unsurdu. Lobster ve The Killing of a Sacred Deer ise bu hikayenin inandırıcılık problemini aşamamış sanki. Yönetmen kendi geleneğini sürdürmek için bütün absürt öğeleri (el yalatmak, koltuk altını göstermek vs.) izleyicinin gözüne sokmuş. Bir de artık dans sahneleriyle seyirciyi rahatsız etmek, karaktere kötü bir şekilde şarkı söyletip karakteri rahatsız etmek falan herkesin yaptığı numaralar olmaya başladı. Raw'da da gördük bunu bu sene.

Oyunculuklarda ise Martin karakterini canlandıran Barry Keoghan müthiş. Zaten bu genç arkadaş tipi itibariyle çok şanslı. Böyle soğukkanlı, rahatsız edici karakter için harika bir ifadesi var.

İlk kez Lanthimos filmi izleyecek olanları gayet etkileyebilecek bir film olan Kutsal Geyiğin Ölümü, yönetmenin filmografisini bilenlerde büyük etki yaratmayacaktır.



20 Aralık 2017 Çarşamba

O Ornitólogo

joao pedro rodrigues o ornitologo
O Ornitologo, Joao Pedro Rodrigues

Joao Pedro Rodrigues'in izlediğim ilk filmi olan O Ornitologo'da, askeri kuş gözlemcisi olan Fernando ıssız bir ormanda leylekleri izleyip kayıt altına almaktadır. Kanyonun ortasında akan nehirde kanosunun üzerinden leylekleri gözetlerken akıntıya kapılır ve alabora olur. Bu noktadan sonra Fernando'nun ıssızlığı kaybolur.

Önce kendisini boğulmuşken kurtaran ve onu hayata döndüren, Çinli iki turist kadının tutsağı olur. Zor bela Çinli kadınların elinden kurtulan Fernando arabasına geri dönmek üzere bir yolculuğa çıkar. Parçalanan kanosunu dinsel bir ritüelin aleti olmuş şekilde kuma çakılı olarak görür. Gecenin ıssızlığında beklemediği, ürkütücü bir ayine şahitlik eder.

Son olarak nehir kıyısında dilsiz bir çoban ile karşılaşır. Ormanda işleri sürekli ters giden Fernando artık sakin ve iyi halini kaybedip kötülüğü kendisinde bulur.

Beyaz bir güvercinin çadırına girip macerasına dahil olmasıyla uhrevi bir güce kavuşan veya bu halihazırda var olan gücü yeni keşfeden Fernando artık bir azizdir. Filmin düz anlamı budur.

İstanbul Film Festivali'nde en iyi film seçilen O Ornitologo'nun gerektiği noktalarda gerilim dozu çok iyi ayarlanmış. Yağmurun, nehrin, kuşların sesini yanımdaymışcasına duyuyorum, teknik işler çok başarılı. Yalnız bu türü sevmeyenler için yarısında terk edilebilecek bir film. Bu sakin, ağır ilerleyen ama alt metninde çok şeyi barındıran filmleri sevenler için muazzam, zor bulunabilecek bir film. Zaten bir noktadan sonra izleyici düz anlamdan uzaklaştırılıyor. Tamamen hristiyanlık tarihi bilmeyi gerektiren bir aşamaya geçiliyor. En son görülen Padova tabelası bize filmin başka bir açıdan okunması gerektiğini söylüyor.

Filmden sonra Google'a "Padova Fernando" yazdığımda filmi biraz daha iyi anladım. Filmin ana karakteri Fernando, İstiklal Caddesi'nde bulunan St. Antuan Kilisesi'ne adını veren kişinin alegorik bir yorumu.

18 Aralık 2017 Pazartesi

Stronger

jake gyllenhaal'ın başrolünde olduğu 2017 stronger boston maratonu saldırısında bacaklarını kaybeden jeff bauman'ın hikayesini anlatıyor.
Stronger, 2017

Bu senenin Amerikan yapımı filmleri arasında kendine kalburüstü bir yer edinen Stronger, sırtını yasladığı gerçek hikaye ile benim gibi etki altına kolay alınabilen izleyicilere muhakkak tesir edecektir.

Jake Gyllenhaal'ın başrolünde olduğu Stronger, 2013'te gerçekleşen Boston Maratonu bombalı saldırısında iki bacağını kaybeden Jeff Bauman ve çevresindekilerin değişen hayatını anlatıyor. Rutin hayatında oldukça neşeli ve sevilen biri olan Bauman saldırıdan sonra kendisine yapılan "kahraman" övgülerinden biraz rahatsızlık duymaya başlıyor. Amerika'nın bu "hero" yaratma merakı ve sevgisi onu rahatsız ediyor. Tatiana Maslany'nin canlandırdığı Erin karakteri ise filmin gizli öznesi sanki, sadece filmin değil gerçekte yaşananların da. Aile, arkadaşlar ve hatta bütün Amerika Jeff Bauman ile ilgilenirken işin görünmeyen kısmında esas kahraman Erin yatıyor.

Filmde sevdiğim Bauman'dan çok Erin karakteri oldu. Anne karakteri veya Erin ile Jeff, hepsi fazla göze sokulmadan iyi işlenmiş. Duygusal yönünün iyi ayarlanması ve başarı oyuncular ile film gayet iyi.

İyi olmayan şeyler de var Stronger'da: Neredeyse 11 Eylül sonrası tüm Hollywood filmlerinin vazgeçilmezi olan Irak'a atıfta bulunma. Jeff'i kurtaran karakter çocuğunu Necef'te bir keskin nişancı kurşunuyla kaybetmiş. Ona yer verilmesini bir nebze makul görebiliriz. Ardından Red Sox'ın maçından çıkan Jeff'e yine bir vatandaşın gelip Irak'ta kardeşini kaybettiğini anlatması ve bu kahramanlık öyküsünü çevredeki herkesin dinlemesi. İşte bunlar filmi çok güzel bir film olabilecekken sıradana yakın bir yere yaklaştıran unsurlar.

Amerikanlar Irak'a Afganistan'a kendilerini övmek için atıfta bulunmayı bıraktıkları zaman filmleri çok daha güzel filmler olacak. Stronger da iyi yönlerini bu unsurlar ile baltalayan bir film olsa da oyunculuklar ve dramatik hikayesi için izlenebilir.

17 Aralık 2017 Pazar

Suudi Arabistan ve Sinema

Suudi Arabistan son dönemlerde bazı reformlar gerçekleştiriyor. Kadınların araba sürme yasağı kaldırıldı mesela. Sinema gösterimi 38 senenin ardından serbest kaldı vs.

Suudi Arabistan'da sinemanın başlangıcı

Amerikalı eski gazeteci ve yazar, şimdilerde akademisyenlik yapan Stephen Kinzer, kitabı Ezber Bozmak'ta Suudi Arabistan'ın sinema geçmişine hatta Suudi Arabistan'da sinemanın temeline dair güzel bilgiler veriyor. Suudi Kralı Abdülaziz İbni Suud ve yanındaki kalabalık ekibi bir Amerikan gemisinde dönemin ABD Başkanı Roosevelt ile buluşur. Bir Suud'un ilk kez sinema ile tanışması da bu gemide gerçekleşir. Tabi yasaklar da bu gemide başlar.


Kitaptan: ... bu seyahatte kral (ibni suud) hayatında ilk defa bir sinema filmi seyretti. Uçak gemisinin nasıl çalıştığını anlatan The Fighting Lady isimli dökümanteri pek beğendi. Ama filmden sonra Büyükelçi Eddy'ye krallığında istemediği yabancı ürünlerden birinin de filmler olduğunu söyledi.

"Böyle güzel bir film bile olsa halkımın sinema görmesinin doğru olduğundan kuşkuluyum" dedi. "Dikkatlerini dini görevlerinden başka yerlere çekecek olan eğlence iştahı ortaya çıkacaktır."

Suudi hayatında iki yüzlülük temel bir olgudur. Örneğin İbni Suud'un Black Label Johnnie Walker'a olan düşkünlüğü gibi astrolojiye inanması da İslami kurallara tamamen aykırıdır. Bu durumda kralları diğer insanlara film gösterilmemesini buyurduğu halde mürettebata gösterilen filmlere karşı çoğunluğu prenslerden oluşan kraliyet ekibinin açlık duyması şaşırtıcı değildi. Büyükelçi Eddy hatıratında olayı şöyle anlatır:

"Güvertede dökümanter film gösterildikten ve kral odasına çekildikten sonra mürettebata her zaman gösterilen gemi filmleri gösterildi. Bu sır kralın üçüncü oğlu Emir Muhammed'in kulağına gitmiş. Emir Muhammed yola çıkışımızdan sonraki sabah beni bir kenara çekti ve birdenbire ölmeyi mi yoksa küçük parçalara ayrılarak ölmeyi mi tercih ettiğimi sordu.Ne olduğunu sordum, güvertenin altında Hollywood filmlerinin gösterildiğini ve kendisinin davet edilmediğini söyledi. Şiddet göreceğim korkusuyla, Kral babasının hiçbir Arap'ın, hele oğullarından birinin, yarı çıplak kadınların tanrı korkusu olmadan sergilendiği bu filmleri görmesini onaylamadığını hatırlattım ve bunu unutması için yalvardım. Az ve öz cevap verdi. Ya bu filmleri göreceğini ya da çocuklarımın kısa bir süre sonra yetim kalacaklarını söyledi. Boyun eğersem sırrımı saklayacağını ve babasına söylemeyeceğine ant içti.

Lafın kısası, Emir Muhammed ve küçük kardeşi Emir Mansur, Lucille Ball'ın gece yarısı erkekler yatakhanesinde yolunu kaybettiği, elbiseleri paramparça zor bela kurtulduğu filmi geç vakitte en ön sırada seyrettiler. Film mürettebatın, iki prensin de iştirak ettiği, ıslıkları ve alkışlarıyla sona erdi. Filmin bir sonraki gösterimine en az yirmi beş Arap katıldı. Şansımıza, bildiğim kadarıyla, bu alemin haberi Kralın kulağına gitmedi."

Bu yazı İletişim Yayınları'nda çıkan Ezber Bozmak adlı kitaptan alınmıştır.




25 Ağustos 2017 Cuma

Zjednoczone Stany Milosci - United States of Love

Berlin'den ödüllerle dönen Aşk Birleşik Devletleri..

Film için tek kelimelik bir şey söyleyecek olsam “soğuk” derdim. Hem atmosferi, hem karakterleri, hem renkleri, hem geçtiği coğrafya… Bu soğukluğun zaten Polonyalı yönetmen Tomasz Wasilewski tarafından bile isteye tercih edildiği açıkça ortada.

Farklı kadınların, birbiriyle neredeyse ortak bir temaya sahip olan hayatlarını anlatan film sizi içine zor çekiyor. Atmosferin soğukluğu gibi soğuk kalıyorsunuz filme. Bunun ise bilinçli bir tercih olduğunu düşünmüyorum. Bu biraz karakterlerin çok iyi – derin işlenmemesinden kaynaklanıyor. Pat diye bir karakterin hayatının içinde düşüyorsunuz. Siz daha olanı biteni anlarken veya o karakteri hissetmeye başlarken o karakterin bölümü bitiveriyor. Bağlantı kurmak zor.

Ayrı ayrı bölümlerin her biri eşdeğer ilgi çekicilikte de değil. Bir yemek sahnesiyle açılan ve depresif kadın karakterimizin eşiyle daha doğrusu ailesiyle yaşadığı sorunlara odaklanan ilk bölüm, din eleştirisiyle de nispeten ilgi çekiyor. Buna belki filmin başlangıcı olduğu için de ilgi çekiyor diyebiliriz. İzleyici henüz açıktır, yorulmamıştır. İlerleyen süreçte algı kanalları kapanıyor.

Özetle film atmosfer olarak size yer yer Altın Palmiye’li 4 ay, 3 hafta, 2 gün esintileri sunsa da tat olarak bir hayli uzak kalıyor. Berlin'de en iyi senaryo ödülünü de almış film ama beni pek etkileyen bir senaryosu yoktu.

17 Haziran 2017 Cumartesi

Hammerfest'te Soğuk Karşılama

Hammerfest'te Soğuk Karşılama National Geographic

Veliaht Prens Gustav 1887 yılında, dünyanın en kuzeydeki kentlerinden biri olan Norveç'teki Hammerfest Limanı'nı ziyaret ettiğinde bayraklar, kuşlar ve morina balığı balyalarından bir kemerle karşılanmıştı. Bu fotoğrafa eşlik eden notta "kentin tamamı ahşaptan yapılmıştır" yazıyordu.

Bu kadar ahşap zamanla sorun yaratmış. 1890 yılında kent yanarak kül olmuş. Ardından yeniden inşa edilen Hammerfest 1945 yılında, işgalci Nazi kuvvetleri Sovyet hücumundan kaçarken bir kez daha yanmış. (Hitler'in emriyle yakılmış) Binlerce kişi evsiz kalmış. Pek çoğu kışı, yakındaki mağaralarda geçirmiş.

Ama Hammerfest bir kez daha küllerinden doğmuş. Bugün burada 10 bin kadar insan yaşıyor ve geçim kaynakları olan deniz, hala kentin en önemli sektörü.

4 Şubat 2017 Cumartesi

Satıcı - Forushande

Arthur Miller’ın oyunundan yola çıkıp senaryolaştırılan Satıcı, İranlı yönetmenin izlediğim beşinci filmi oldu. Aynı kişinin beş filmini izleyip beşinde de aynı etkiyi hissediyorsanız o adam gerçek sanatçıdır. Sanatta süreklilik pek çok insana nasip olmamıştır. Ama Farhadi’nin büyük bir kurgusal yeteneği var ve bu onu özel kılıyor.


Satıcı bana göre Farhadi’nin en politik filmi olmuş. İran yönetimine değil direkt şeriat hükümlerine çakacak kadar cesur bir film. Aynı zamanda topluma yönelik eleştirisini de esirgemiyor. Karakterlerin yaşadıkları trajedi karşısında “arkadaşlarımız ne der?” endişesine sahip olması aleni bir baskıcı toplum örneği.

Film, tiyatrocu çift Rana ve Emad’ın evlerinin camlarının, duvarlarının çatırdaması ile başlar. Yan tarafta yapılan inşaat yüzünden kendi evlerinden olurlar ve başka bir yere taşınmak zorunda kalırlar. Ev bulmaları konusunda tiyatrodan bir arkadaşı yardımcı olur çifte. Fakat bu yardımsever arkadaş, evde daha evvel bir orospunun yaşadığını onlara söylemez. Pek çok tanıdığı olan bu kadının, eve gelip eşyalarını toplamaya niyeti yoktur. Daha eve yerleşirken başlayan huzursuzluk, film boyunca kendisini gösterir.

Rana bir akşam duşa girecekken eşinin geldiğini düşünerek kapıyı aralık bırakır. O sırada eve eski kiracının sevdalılarından biri girip Rana’ya şiddet uygular. Tam olarak ne olduğunu seyirci bilmez. Bir tecavüz var mı yoksa bir taciz-şiddet mi? Ölümün kıyısından dönen Rana’nın ve eşi Emad’ın psikolojileri alt üst olur. Rana içindeki korkudan kurtulamazken Emad intikam ateşi ile yanıp tutuşur. Karısını bu hale getiren adamı bulmak için, adamın geride bıraktığı ipuçlarını takip eder. Yine toplum baskısı yüzünden polisin işe bulaşmasını istemez. Eninde sonunda adama ulaşır fakat beklemediği bir durum ile karşı karşıyadır.

İşte bu noktada kamera seyirciye dönüp soruyor: Sen olsan ne yapardın? Ben sinemanın rahat ve derin koltuğunda otururken yerimde kıpırdanmaya başladım acaba ne yapacak diye. Gerçekten son yarım saat fazlasıyla etki altına alıcıydı. Adeta ben bu durumla yüz yüze gelmiş gibi hissettim.
Tabi Emad’ın ne yaptığını, ne olduğunu söylememek, henüz gösterimde olan bir film için iyi olur. Şunu söylemek gerekli ki zaten hem kişilerin hem aile yapısının çatırdamaya başladığı yerde, verilecek kararlar geleceğe dair belirleyici olacaktır.

Forushande/Satıcı, Farhadi’nin diğer izlediğim 4 filminden farklı bir yapıya sahip. Elly Hakkında ile tanışmıştım yönetmenin filmleriyle. O film zaten yalanın, sırların ve kurgunun tavan yaptığı filmdi. Bir Ayrılık’tan daha çok etkilemişti beni. Onların hepsinde bir yapboz durumu vardı. Parçalar size veriliyor ve siz oyunu çözmeye çalışıyordunuz. Bu filmde ise böyle bir durum yok. Ağır bir dram var. Düz ilerleyen, olayları sırasına göre veren bir kurgu fakat etkileyicilik konusunda hiçbir eksiği yok. 

Satıcı'yı güzel bir film izlemek isteyen herkese öneririm.

31 Ocak 2017 Salı

Acının ve Aşağılanmışlığın Ortasında: Asılacak Kadın

Asılacak Kadın yıllardır adını duyduğum -hem filmden hem kitaptan- ama okumadığım ve izlemediğim bir eserdi. Sonrasında büyük düşünce adamı Cemil Meriç’in Pınar Kür’ün romanlarını başarılı bulduğunu okumuştum bir yerde. O zaman kitaba karşı içimdeki merak daha da arttı.

Pınar Kür, Asılacak Kadın, Can Yay. (foto: bookogina)

Geç de olsa okumaya başladım sonunda romanı. Üç bölümden oluşuyor kitap. Tek bir olayı, üç farklı karakterin gözünden anlatıyor.

Birinci bölüm hakimin gözünden anlatılıyor diyeceğim ama ne kadar doğru olur bu ifade bilmiyorum. Aslında birinci bölüm hakimin gözünden kitapta geçen olayı anlatmıyor. Önyargıyı, kötülüğü, nefreti, hasetti anlatıyor. Bir insan neden kötüdür, kötülük nedir, nefret nedir: bunların hepsini bu bölümde hakim karakteri sayesinde görüyoruz.

Çocukluktan başlıyor her şey. Hatta öyle bir karakter ki bu hakim, çocukluk değil ana rahmine düştüğü anda başlıyor kişiliği adeta. Sırf çirkin diye annesinden nefret etmek, çocukluk arkadaşının hayatını kıskanıp olduğundan farklı görünmek, anlamı olmayan bir hırs ile yanıp tutuşmak. Özellikle şu kısım çok iyi özetliyor durumu aslında: “Benim için ne yaptılar. Bir gün cebime beş kuruş simit parası koydular mı? Hep fakir çocuklar arasında gene de en fakiri ben. İlk simidimi çaldım. İlk simit ilk hırsızlık. İkinci simidi ise parayla alabilmek için 5 kuruş çalmıştım Ercan’dan. Ercan’ın cebinde en az yirmi beş kuruş olurdu hep. Gene de bana, sözde en iyi arkadaşına bir simit almayı düşünemezdi de kendisininkinin yarısını verirdi. Yarımşar simidi bitirdiğimizde bir tane daha alır ikiye böler. Be çocuk bana bütün bir simit alsana. Bütün simit istiyorum. Hepsi benim olsun istiyorum..”

İşte böyle bir kötü insanın elinde yargılanacak olan gencecik, masum bir kadın söz konusu. Daha kitabın başından öyle bir karakterle giriyor ki Pınar Kür, devamında olacağı, bu kadar kötü birinin ne için karar mercii olacağını merak etmemek elde değil. Bu ilk bölümde harika bir karakter yaratımı/analizi ve akıcı bir anlatım söz konusu. Ve bu korkunç karakterin başrolünde olduğu bölümden sert bir geçiş yapıyor ikinci bölüme.

İkinci bölüm dediğimiz kısım ana karakter Melek’in başından geçenler, Melek’in kişiliği ve nasıl aşağılık bir dünyaya mecbur bırakıldığı hakkında. Noktalama işaretlerinin yok denecek kadar az olduğu, Melek dışındaki karakterlerin konuşmalarının Büyük harflerle verildiği, Melek’in konuşmalarının olanca yöre ağzıyla aktarıldığı bu kısımda hem acıma hem de insanoğlundan tiksinme duyguları aynı anda had safhaya çıkabiliyor. Öyle gerçek bir bölüm ki ben erkek olarak belki kendime daha kolay hakim olmuşumdur ama bir kadın bu bölümü okurken gözyaşı akıtabilir. Bu bölümün ardından kitabın son karakteri Yalçın karakterine geçiyoruz.

Üçüncü ve son bölüm olan Yalçın’ın Yazdıkları adlı bölümde kitap ilk iki bölümdeki şevk ve heyecana sahip değil. Bu da çok makul bir durum esasında. Zaten ikinci bölüm sizi yeterince yoruyor ve ne olacağını biliyorsunuz. Sadece nasıl sorusunun yanıtını bu son bölümde görüyoruz. Ki bu “nasıl” sorusunun yanıtı ikinci bölümün sonunda benim için anlamını yitirdi. Zaten öyle bir yoruyor öyle bir hırpalıyor ki Melek bölümü, son bölümde Yalçın anlattığı hiçbir şey bir okur olarak benim için kayda değer değildi.

Bir de Can Yayınları’nın bu yeni baskısında yazar Pınar Kür’ün kitabın döneminde yasaklanması hakkında neşrettiği bir yazı var. Mutlaka okunmalı. Hem ne yazık ki ülkemizde geçmişten günümüze var olan erkek egemen duruş hem de hukuksuzluk üzerine tarihe düşülecek not niteliğindedir. Kanaatimce Asılacak Kadın da başlı başına tarihe düşülmüş bir nottur zaten.

26 Ocak 2017 Perşembe

Meduzot - Denizanası


Meduzot, farklı kadınların hayatlarını “Tel Aviv’de yaşam” başlığı altında toplayıp yer yer gerçekçi ve bazen de gerçeküstü bir anlatımla sunuyor. Yönetmen koltuğunda bilindik yazar Etgar Keret ve Shira Geffen var.

-Düğün salonunda garsonluk yapan genç kız.
-Filipinler’den İsrail’e çalışmak için gelen, yaşlı ve hastalara bakan çaresiz bir kadın.
-Yeni evlenen ve düğününde ayağını kıran, talihsiz genç kadın.

Bu üç kadının hayatı üzerinden “post modern israil’de kadın” tablosu çizmek istese de bunu tam anlamıyla başardığını söylemek zor çünkü filmde derinlik namına pek bir şey yok. Farklı hayatlar üzerinden ortak payda çıkarmak deyince hemen aklıma İnarritu’nun onu İnarritu yapan filmleri aklıma geliyor. Tabi bunu, o tarafla kıyaslamak için söylemiyorum. Oradaki oyuncudan tutun da sahip olunan imkanlara kadar arada büyük fark var. Lakin filmin konusu, yönetmenin bedenine biraz büyük gelmiş.

Genç kız damı akan, duvarlarında böcek gezen köhne bir evde yaşar fakat anne ve babası servet içinde yüzer. İlginç.

Genç kadın düğününde ayağını kırar ve Maldivler tatili iptal olur. Şehrin vasat bir otelinde konaklarlar. Neden?

Filipinli kadın ise beğendiğim tek ana karakter oldu filmdeki. Acısını, çaresizliğini hissettim. Özellikle dil problemini. Zaten izlerken en beğendiğim nokta iletişimsizlik vurgusu oldu. Tiyatrocu kadın ile annesi arasındaki iletişimsizlik. Filipinli kadının hem kimseyle anlaşamaması hem de ülkesindeki çocuğuyla ankesörlü telefondan konuşurken hattın kesilmesi. Denizden gelen kız çocuğunun konuşmaması. Bu açıdan oldukça hoşuma gitti.

Özetle Meduzot ortalama bir film. Süresinin kısalığı ile izlenebilir belki fakat izleyecek kişinin büyük beklentileri olmamalı. 

25 Ocak 2017 Çarşamba

Saul Fia - Saul'un Oğlu

Macar yönetmen Laszlo Nemes’in ilk filmi olan ve Cannes Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan filmi Saul Fia / Saul’un Oğlu, 14. Filmekimi kapsamında Türk izleyicisi ile buluşuyor. İkinci Dünya Savaşı’nda kurulan toplama kamplarına farklı bir açıdan bakan film, özellikle Avrupa sinemasına ve festival filmlerine ilgi duyan sinemaseverlere hitap ediyor. Saul’un Oğlu, alışılageldik soykırım filmlerinden farklı olan yapısı ile ölümleri ve işkenceleri izleyicinin gözüne sokmuyor. Bütün gerçekler olanca çıplaklığıyla Saul Auslander isimli karakterin gözünden, herhangi bir duygu sömürüsü yapılmadan veriliyor.

Saul  (Geza Röhrig)

Auschwitz Kampı’nda Nazilerle iş birliği yapan, aslında daha çok Nazilerin pis işlerini yapmaya zorlanan bir Yahudi grubun, Sonderkommando grubunun üyesi olan Saul Auslander, bir gün yakılmak üzere olan bir çocuk cesedi karşısında soğukkanlılığını koruyamaz ve bu cesedi bir haham bulup inançlarına uygun bir şekilde gömmek ister. Fakat hem çevresindeki Yahudilerin, kendi hayatlarını da riske attığı için Saul’e yardımcı olmaması, hem de Nazilerin bitmek bilmeyen baskısı Saul’un işini zorlaştırmaktadır. Saul Auslander ise yılmadan, büyük bir inatla, bu ödev bildiği arzusunu gerçekleştirmek için çabalamaya devam eder.

Herkesin bu kampta yaşanan acı olayları kanıksadığı ve sadece kendi canını düşündüğü ortamda Saul’un inatçı bir tavırla bir cesedi yakılmaktan kurtarıp gömmek istemesi, bir noktadan sonra seyirciye “yok artık” dedirtecek türden. Tam da bu “yok artık” denilen zamanlarda seyircinin Saul’un bu bitmek bilmez motivasyonunun sebebini öğrenmesi güzel olduğu kadar riskli de. Riskin sebebi, bu kırılma anının seyirciye çok geç veriliyor olması. Bu geç kalınmışlık, seyirci ile film arasındaki bağı tamamen koparmasa da bir nebze inceltiyor.

Bu bağlamda o dönemin koşullarına ışık tutan film, “bir ilk film olduğu için” başarısı ile şaşkınlık yaratıyor. Zor bir konuyu, herhangi bir teknik acemiliği seyirciye yansıtmadan işleyen film takdiri hak ediyor. Özellikle abartıya kaçmadan kullanılan sesler, atmosfer yaratma konusunda filme ve yönetmene artı puan kazandırıyor.

Laszlo Nemes’in kamerası sürekli olarak Saul’un sırtında veya yüzünde geziniyor. Saul dışında kalan her şey flu gösteriliyor. Yönetmen “Saul işte tam da bunları görüyor” dercesine, tamamen karakterin bakış açısı ile kamerasını hareket ettiriyor. İzleyiciye Saul’un gördüklerini ve iç dünyasını tamamen hissettirmek için başvurulan bu yöntemin, biraz yorucu olduğunu belirtmekte fayda var. Özellikle kamp akşamlarındaki karanlık sahnelerde bile gerçekçi havayı korumak için hiç ışık kullanılmamış olması yönetmeni amacına ulaştırırken izleyicide sıkılmışlık duygusu uyandırabilir.

Oyunculuklar söz konusu olduğunda ise Geza Röhrig (Saul Auslander) dışında öne çıkan veya hoş karşılanmayan bir performanstan bahsetmek zor. Daha önce bilinen bir filmde rol almayan Geza Röhrig, film boyunca karakterinin çarpıcı, net ve donuk ifadesini çok iyi koruyor. En beklenmedik anlarda bile ketum tavrını koruyan Saul karakterini başarıyla canlandırıyor.


Film, anlatım tarzı ve tekniği ile bilinen soykırım filmlerinden (Piyanist, Schindler’s List) farklı bir yerde dursa da bu yer filmi çok fazla yüceltmemizi gerektirecek kadar özel bir yer değil. Macaristan’ın Oscar adayı olan filmin bir ilk film olduğu düşünüldüğünde ise yönetmen Laszlo Nemes için daha iyi bir başlangıç olamazdı.

Ekim, 2015

24 Ocak 2017 Salı

Kedi ve Fare, Günter Grass

Nobel ödüllü Alman yazarın okuduğum ilk kitabı oldu Kedi ve Fare. En meşhur kitabı Teneke Trampet ile başlamak isterdim okumaya ama yoğun iş temposu ve üniversite zamanında olduğu gibi geniş zaman olmaması nedeniyle, kalın kitaplara uzanmaya korkuyorum artık.


Roman, Hitler dönemi gençliğini anlatıyor. Ana karakter Mahlke'nin çevresinde dolaşıyoruz kitabın büyük çoğunluğunda. Mahlke'nin kendine özgülüğü, Mahlke'nin istediği her şeyi başarıyla yapması, Mahlke'nin kocaman penisi vs vs. Sonsuz bir Mahlke güzellemesi. Ha unutmadan bir de Mahlke'nin fare benzetmesi yapılan ademelması. Kedi ve Fare metaforu ile toplum - birey arasındaki ilişki anlatılıyor diyorlar kitap için ama sanırım bu da özgün bir yorum değil, herkesin birbirinden etkilenmesi durumu. Zira bende öyle bir algı oluşturmadı.

Mahlke küçükken diğer çocuklara çok benzemeyen, benzemediği diğerleri tarafından da kabullenilen bir çocuktur fakat gün gelir, Hitler döneminin acımasızlığı onu da girdabın içinde çeker. En basitinden küçükken dindar bir çocuk olmayan Mahlke, askerden kaçıp anlatıcı arkadaşının yanına geldiğinde onun kiliseye gitme teklifine saniyesinde "evet" der. O artık hem bir asker, hem bir dindar olmuştur. Sonra üzerinden çok geçmeden yine gündelik hayatın içinde kendini bulur ve özüne dönmek ister fakat artık o bir askerdir ve öyle kolay değildir geri dönmek.

Konu itibariyle çok ilgimi çekmişti kitap. İzmir'de tatildeyken almıştık. Hemen okumak istemiştim o zaman fakat sırada bekleyen başka kitaplar vardı. Gün geldi okudum ve ilgimi çeken konu ne yazık ki beklediğim biçim ile birleşmemişti. Yani, konu güzel merak uyandırıcı ama okurken insanı kendine çekecek bir anlatım yok. Belki bundan her sayfada bolca Alman şehir, kasaba isimleri, askeri tabur isimleri, özel isimler olması da etkilidir. Akılda kalıcılığı olması için Umberto Eco kadar dikkatli bir okuyucu olmak gerekir. Sadece Mahlke'nin etrafında dönmesi ve bunun o kadar da derin bir tahlille verilmemesi de kitabı sıkıcı yapma hususunda etkendir belki.

Özetle kitap beni böyle mühim bir konuyu işlemesine rağmen çok etkilemedi. Sanırım Günter Grass'ın esas başyapıtı Teneke Trampet'i 40 yaşımdan evvel elime almayacağım.

Pencere

Haluk Bilginer ve Esra Bilgin Bezen Freud'un bastırılan ve birikmiş duyguların sonunda patlayacağı görüşüyle yola çıkan oyun; bast...