31 Ocak 2017 Salı

Acının ve Aşağılanmışlığın Ortasında: Asılacak Kadın

Asılacak Kadın yıllardır adını duyduğum -hem filmden hem kitaptan- ama okumadığım ve izlemediğim bir eserdi. Sonrasında büyük düşünce adamı Cemil Meriç’in Pınar Kür’ün romanlarını başarılı bulduğunu okumuştum bir yerde. O zaman kitaba karşı içimdeki merak daha da arttı.

Pınar Kür, Asılacak Kadın, Can Yay. (foto: bookogina)

Geç de olsa okumaya başladım sonunda romanı. Üç bölümden oluşuyor kitap. Tek bir olayı, üç farklı karakterin gözünden anlatıyor.

Birinci bölüm hakimin gözünden anlatılıyor diyeceğim ama ne kadar doğru olur bu ifade bilmiyorum. Aslında birinci bölüm hakimin gözünden kitapta geçen olayı anlatmıyor. Önyargıyı, kötülüğü, nefreti, hasetti anlatıyor. Bir insan neden kötüdür, kötülük nedir, nefret nedir: bunların hepsini bu bölümde hakim karakteri sayesinde görüyoruz.

Çocukluktan başlıyor her şey. Hatta öyle bir karakter ki bu hakim, çocukluk değil ana rahmine düştüğü anda başlıyor kişiliği adeta. Sırf çirkin diye annesinden nefret etmek, çocukluk arkadaşının hayatını kıskanıp olduğundan farklı görünmek, anlamı olmayan bir hırs ile yanıp tutuşmak. Özellikle şu kısım çok iyi özetliyor durumu aslında: “Benim için ne yaptılar. Bir gün cebime beş kuruş simit parası koydular mı? Hep fakir çocuklar arasında gene de en fakiri ben. İlk simidimi çaldım. İlk simit ilk hırsızlık. İkinci simidi ise parayla alabilmek için 5 kuruş çalmıştım Ercan’dan. Ercan’ın cebinde en az yirmi beş kuruş olurdu hep. Gene de bana, sözde en iyi arkadaşına bir simit almayı düşünemezdi de kendisininkinin yarısını verirdi. Yarımşar simidi bitirdiğimizde bir tane daha alır ikiye böler. Be çocuk bana bütün bir simit alsana. Bütün simit istiyorum. Hepsi benim olsun istiyorum..”

İşte böyle bir kötü insanın elinde yargılanacak olan gencecik, masum bir kadın söz konusu. Daha kitabın başından öyle bir karakterle giriyor ki Pınar Kür, devamında olacağı, bu kadar kötü birinin ne için karar mercii olacağını merak etmemek elde değil. Bu ilk bölümde harika bir karakter yaratımı/analizi ve akıcı bir anlatım söz konusu. Ve bu korkunç karakterin başrolünde olduğu bölümden sert bir geçiş yapıyor ikinci bölüme.

İkinci bölüm dediğimiz kısım ana karakter Melek’in başından geçenler, Melek’in kişiliği ve nasıl aşağılık bir dünyaya mecbur bırakıldığı hakkında. Noktalama işaretlerinin yok denecek kadar az olduğu, Melek dışındaki karakterlerin konuşmalarının Büyük harflerle verildiği, Melek’in konuşmalarının olanca yöre ağzıyla aktarıldığı bu kısımda hem acıma hem de insanoğlundan tiksinme duyguları aynı anda had safhaya çıkabiliyor. Öyle gerçek bir bölüm ki ben erkek olarak belki kendime daha kolay hakim olmuşumdur ama bir kadın bu bölümü okurken gözyaşı akıtabilir. Bu bölümün ardından kitabın son karakteri Yalçın karakterine geçiyoruz.

Üçüncü ve son bölüm olan Yalçın’ın Yazdıkları adlı bölümde kitap ilk iki bölümdeki şevk ve heyecana sahip değil. Bu da çok makul bir durum esasında. Zaten ikinci bölüm sizi yeterince yoruyor ve ne olacağını biliyorsunuz. Sadece nasıl sorusunun yanıtını bu son bölümde görüyoruz. Ki bu “nasıl” sorusunun yanıtı ikinci bölümün sonunda benim için anlamını yitirdi. Zaten öyle bir yoruyor öyle bir hırpalıyor ki Melek bölümü, son bölümde Yalçın anlattığı hiçbir şey bir okur olarak benim için kayda değer değildi.

Bir de Can Yayınları’nın bu yeni baskısında yazar Pınar Kür’ün kitabın döneminde yasaklanması hakkında neşrettiği bir yazı var. Mutlaka okunmalı. Hem ne yazık ki ülkemizde geçmişten günümüze var olan erkek egemen duruş hem de hukuksuzluk üzerine tarihe düşülecek not niteliğindedir. Kanaatimce Asılacak Kadın da başlı başına tarihe düşülmüş bir nottur zaten.

26 Ocak 2017 Perşembe

Meduzot - Denizanası


Meduzot, farklı kadınların hayatlarını “Tel Aviv’de yaşam” başlığı altında toplayıp yer yer gerçekçi ve bazen de gerçeküstü bir anlatımla sunuyor. Yönetmen koltuğunda bilindik yazar Etgar Keret ve Shira Geffen var.

-Düğün salonunda garsonluk yapan genç kız.
-Filipinler’den İsrail’e çalışmak için gelen, yaşlı ve hastalara bakan çaresiz bir kadın.
-Yeni evlenen ve düğününde ayağını kıran, talihsiz genç kadın.

Bu üç kadının hayatı üzerinden “post modern israil’de kadın” tablosu çizmek istese de bunu tam anlamıyla başardığını söylemek zor çünkü filmde derinlik namına pek bir şey yok. Farklı hayatlar üzerinden ortak payda çıkarmak deyince hemen aklıma İnarritu’nun onu İnarritu yapan filmleri aklıma geliyor. Tabi bunu, o tarafla kıyaslamak için söylemiyorum. Oradaki oyuncudan tutun da sahip olunan imkanlara kadar arada büyük fark var. Lakin filmin konusu, yönetmenin bedenine biraz büyük gelmiş.

Genç kız damı akan, duvarlarında böcek gezen köhne bir evde yaşar fakat anne ve babası servet içinde yüzer. İlginç.

Genç kadın düğününde ayağını kırar ve Maldivler tatili iptal olur. Şehrin vasat bir otelinde konaklarlar. Neden?

Filipinli kadın ise beğendiğim tek ana karakter oldu filmdeki. Acısını, çaresizliğini hissettim. Özellikle dil problemini. Zaten izlerken en beğendiğim nokta iletişimsizlik vurgusu oldu. Tiyatrocu kadın ile annesi arasındaki iletişimsizlik. Filipinli kadının hem kimseyle anlaşamaması hem de ülkesindeki çocuğuyla ankesörlü telefondan konuşurken hattın kesilmesi. Denizden gelen kız çocuğunun konuşmaması. Bu açıdan oldukça hoşuma gitti.

Özetle Meduzot ortalama bir film. Süresinin kısalığı ile izlenebilir belki fakat izleyecek kişinin büyük beklentileri olmamalı. 

25 Ocak 2017 Çarşamba

Saul Fia - Saul'un Oğlu

Macar yönetmen Laszlo Nemes’in ilk filmi olan ve Cannes Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan filmi Saul Fia / Saul’un Oğlu, 14. Filmekimi kapsamında Türk izleyicisi ile buluşuyor. İkinci Dünya Savaşı’nda kurulan toplama kamplarına farklı bir açıdan bakan film, özellikle Avrupa sinemasına ve festival filmlerine ilgi duyan sinemaseverlere hitap ediyor. Saul’un Oğlu, alışılageldik soykırım filmlerinden farklı olan yapısı ile ölümleri ve işkenceleri izleyicinin gözüne sokmuyor. Bütün gerçekler olanca çıplaklığıyla Saul Auslander isimli karakterin gözünden, herhangi bir duygu sömürüsü yapılmadan veriliyor.

Saul  (Geza Röhrig)

Auschwitz Kampı’nda Nazilerle iş birliği yapan, aslında daha çok Nazilerin pis işlerini yapmaya zorlanan bir Yahudi grubun, Sonderkommando grubunun üyesi olan Saul Auslander, bir gün yakılmak üzere olan bir çocuk cesedi karşısında soğukkanlılığını koruyamaz ve bu cesedi bir haham bulup inançlarına uygun bir şekilde gömmek ister. Fakat hem çevresindeki Yahudilerin, kendi hayatlarını da riske attığı için Saul’e yardımcı olmaması, hem de Nazilerin bitmek bilmeyen baskısı Saul’un işini zorlaştırmaktadır. Saul Auslander ise yılmadan, büyük bir inatla, bu ödev bildiği arzusunu gerçekleştirmek için çabalamaya devam eder.

Herkesin bu kampta yaşanan acı olayları kanıksadığı ve sadece kendi canını düşündüğü ortamda Saul’un inatçı bir tavırla bir cesedi yakılmaktan kurtarıp gömmek istemesi, bir noktadan sonra seyirciye “yok artık” dedirtecek türden. Tam da bu “yok artık” denilen zamanlarda seyircinin Saul’un bu bitmek bilmez motivasyonunun sebebini öğrenmesi güzel olduğu kadar riskli de. Riskin sebebi, bu kırılma anının seyirciye çok geç veriliyor olması. Bu geç kalınmışlık, seyirci ile film arasındaki bağı tamamen koparmasa da bir nebze inceltiyor.

Bu bağlamda o dönemin koşullarına ışık tutan film, “bir ilk film olduğu için” başarısı ile şaşkınlık yaratıyor. Zor bir konuyu, herhangi bir teknik acemiliği seyirciye yansıtmadan işleyen film takdiri hak ediyor. Özellikle abartıya kaçmadan kullanılan sesler, atmosfer yaratma konusunda filme ve yönetmene artı puan kazandırıyor.

Laszlo Nemes’in kamerası sürekli olarak Saul’un sırtında veya yüzünde geziniyor. Saul dışında kalan her şey flu gösteriliyor. Yönetmen “Saul işte tam da bunları görüyor” dercesine, tamamen karakterin bakış açısı ile kamerasını hareket ettiriyor. İzleyiciye Saul’un gördüklerini ve iç dünyasını tamamen hissettirmek için başvurulan bu yöntemin, biraz yorucu olduğunu belirtmekte fayda var. Özellikle kamp akşamlarındaki karanlık sahnelerde bile gerçekçi havayı korumak için hiç ışık kullanılmamış olması yönetmeni amacına ulaştırırken izleyicide sıkılmışlık duygusu uyandırabilir.

Oyunculuklar söz konusu olduğunda ise Geza Röhrig (Saul Auslander) dışında öne çıkan veya hoş karşılanmayan bir performanstan bahsetmek zor. Daha önce bilinen bir filmde rol almayan Geza Röhrig, film boyunca karakterinin çarpıcı, net ve donuk ifadesini çok iyi koruyor. En beklenmedik anlarda bile ketum tavrını koruyan Saul karakterini başarıyla canlandırıyor.


Film, anlatım tarzı ve tekniği ile bilinen soykırım filmlerinden (Piyanist, Schindler’s List) farklı bir yerde dursa da bu yer filmi çok fazla yüceltmemizi gerektirecek kadar özel bir yer değil. Macaristan’ın Oscar adayı olan filmin bir ilk film olduğu düşünüldüğünde ise yönetmen Laszlo Nemes için daha iyi bir başlangıç olamazdı.

Ekim, 2015

24 Ocak 2017 Salı

Kedi ve Fare, Günter Grass

Nobel ödüllü Alman yazarın okuduğum ilk kitabı oldu Kedi ve Fare. En meşhur kitabı Teneke Trampet ile başlamak isterdim okumaya ama yoğun iş temposu ve üniversite zamanında olduğu gibi geniş zaman olmaması nedeniyle, kalın kitaplara uzanmaya korkuyorum artık.


Roman, Hitler dönemi gençliğini anlatıyor. Ana karakter Mahlke'nin çevresinde dolaşıyoruz kitabın büyük çoğunluğunda. Mahlke'nin kendine özgülüğü, Mahlke'nin istediği her şeyi başarıyla yapması, Mahlke'nin kocaman penisi vs vs. Sonsuz bir Mahlke güzellemesi. Ha unutmadan bir de Mahlke'nin fare benzetmesi yapılan ademelması. Kedi ve Fare metaforu ile toplum - birey arasındaki ilişki anlatılıyor diyorlar kitap için ama sanırım bu da özgün bir yorum değil, herkesin birbirinden etkilenmesi durumu. Zira bende öyle bir algı oluşturmadı.

Mahlke küçükken diğer çocuklara çok benzemeyen, benzemediği diğerleri tarafından da kabullenilen bir çocuktur fakat gün gelir, Hitler döneminin acımasızlığı onu da girdabın içinde çeker. En basitinden küçükken dindar bir çocuk olmayan Mahlke, askerden kaçıp anlatıcı arkadaşının yanına geldiğinde onun kiliseye gitme teklifine saniyesinde "evet" der. O artık hem bir asker, hem bir dindar olmuştur. Sonra üzerinden çok geçmeden yine gündelik hayatın içinde kendini bulur ve özüne dönmek ister fakat artık o bir askerdir ve öyle kolay değildir geri dönmek.

Konu itibariyle çok ilgimi çekmişti kitap. İzmir'de tatildeyken almıştık. Hemen okumak istemiştim o zaman fakat sırada bekleyen başka kitaplar vardı. Gün geldi okudum ve ilgimi çeken konu ne yazık ki beklediğim biçim ile birleşmemişti. Yani, konu güzel merak uyandırıcı ama okurken insanı kendine çekecek bir anlatım yok. Belki bundan her sayfada bolca Alman şehir, kasaba isimleri, askeri tabur isimleri, özel isimler olması da etkilidir. Akılda kalıcılığı olması için Umberto Eco kadar dikkatli bir okuyucu olmak gerekir. Sadece Mahlke'nin etrafında dönmesi ve bunun o kadar da derin bir tahlille verilmemesi de kitabı sıkıcı yapma hususunda etkendir belki.

Özetle kitap beni böyle mühim bir konuyu işlemesine rağmen çok etkilemedi. Sanırım Günter Grass'ın esas başyapıtı Teneke Trampet'i 40 yaşımdan evvel elime almayacağım.

Pencere

Haluk Bilginer ve Esra Bilgin Bezen Freud'un bastırılan ve birikmiş duyguların sonunda patlayacağı görüşüyle yola çıkan oyun; bast...