25 Ocak 2017 Çarşamba

Saul Fia - Saul'un Oğlu

Macar yönetmen Laszlo Nemes’in ilk filmi olan ve Cannes Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan filmi Saul Fia / Saul’un Oğlu, 14. Filmekimi kapsamında Türk izleyicisi ile buluşuyor. İkinci Dünya Savaşı’nda kurulan toplama kamplarına farklı bir açıdan bakan film, özellikle Avrupa sinemasına ve festival filmlerine ilgi duyan sinemaseverlere hitap ediyor. Saul’un Oğlu, alışılageldik soykırım filmlerinden farklı olan yapısı ile ölümleri ve işkenceleri izleyicinin gözüne sokmuyor. Bütün gerçekler olanca çıplaklığıyla Saul Auslander isimli karakterin gözünden, herhangi bir duygu sömürüsü yapılmadan veriliyor.

Saul  (Geza Röhrig)

Auschwitz Kampı’nda Nazilerle iş birliği yapan, aslında daha çok Nazilerin pis işlerini yapmaya zorlanan bir Yahudi grubun, Sonderkommando grubunun üyesi olan Saul Auslander, bir gün yakılmak üzere olan bir çocuk cesedi karşısında soğukkanlılığını koruyamaz ve bu cesedi bir haham bulup inançlarına uygun bir şekilde gömmek ister. Fakat hem çevresindeki Yahudilerin, kendi hayatlarını da riske attığı için Saul’e yardımcı olmaması, hem de Nazilerin bitmek bilmeyen baskısı Saul’un işini zorlaştırmaktadır. Saul Auslander ise yılmadan, büyük bir inatla, bu ödev bildiği arzusunu gerçekleştirmek için çabalamaya devam eder.

Herkesin bu kampta yaşanan acı olayları kanıksadığı ve sadece kendi canını düşündüğü ortamda Saul’un inatçı bir tavırla bir cesedi yakılmaktan kurtarıp gömmek istemesi, bir noktadan sonra seyirciye “yok artık” dedirtecek türden. Tam da bu “yok artık” denilen zamanlarda seyircinin Saul’un bu bitmek bilmez motivasyonunun sebebini öğrenmesi güzel olduğu kadar riskli de. Riskin sebebi, bu kırılma anının seyirciye çok geç veriliyor olması. Bu geç kalınmışlık, seyirci ile film arasındaki bağı tamamen koparmasa da bir nebze inceltiyor.

Bu bağlamda o dönemin koşullarına ışık tutan film, “bir ilk film olduğu için” başarısı ile şaşkınlık yaratıyor. Zor bir konuyu, herhangi bir teknik acemiliği seyirciye yansıtmadan işleyen film takdiri hak ediyor. Özellikle abartıya kaçmadan kullanılan sesler, atmosfer yaratma konusunda filme ve yönetmene artı puan kazandırıyor.

Laszlo Nemes’in kamerası sürekli olarak Saul’un sırtında veya yüzünde geziniyor. Saul dışında kalan her şey flu gösteriliyor. Yönetmen “Saul işte tam da bunları görüyor” dercesine, tamamen karakterin bakış açısı ile kamerasını hareket ettiriyor. İzleyiciye Saul’un gördüklerini ve iç dünyasını tamamen hissettirmek için başvurulan bu yöntemin, biraz yorucu olduğunu belirtmekte fayda var. Özellikle kamp akşamlarındaki karanlık sahnelerde bile gerçekçi havayı korumak için hiç ışık kullanılmamış olması yönetmeni amacına ulaştırırken izleyicide sıkılmışlık duygusu uyandırabilir.

Oyunculuklar söz konusu olduğunda ise Geza Röhrig (Saul Auslander) dışında öne çıkan veya hoş karşılanmayan bir performanstan bahsetmek zor. Daha önce bilinen bir filmde rol almayan Geza Röhrig, film boyunca karakterinin çarpıcı, net ve donuk ifadesini çok iyi koruyor. En beklenmedik anlarda bile ketum tavrını koruyan Saul karakterini başarıyla canlandırıyor.


Film, anlatım tarzı ve tekniği ile bilinen soykırım filmlerinden (Piyanist, Schindler’s List) farklı bir yerde dursa da bu yer filmi çok fazla yüceltmemizi gerektirecek kadar özel bir yer değil. Macaristan’ın Oscar adayı olan filmin bir ilk film olduğu düşünüldüğünde ise yönetmen Laszlo Nemes için daha iyi bir başlangıç olamazdı.

Ekim, 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Pencere

Haluk Bilginer ve Esra Bilgin Bezen Freud'un bastırılan ve birikmiş duyguların sonunda patlayacağı görüşüyle yola çıkan oyun; bast...